Burcu Ege – Ayşe Toksöz
Yerel seçimleri henüz ardımızda bırakmışken ve bu konu belleklerde hâlâ tazeyken, belki de belediyelerin işlevlerini ve çalışma biçimlerini tartışmaya devam etmek, bir nevi fikir takibi yapmak yerinde olur. Ayrıca, bu yazı yazıldığı sırada ortaya çıktığı gibi bu seçimde AKP İstanbul’da büyükşehir belediyesini yine kazandı ve görünüşe göre önümüzdeki beş yıl da şimdiye kadarki işlev ve çalışma biçimlerini devam ettirecek.
Burada genel olarak AKP belediyeciliğinden değil, “Kadın ve Aile Sağlığı Merkezleri”nde verilen “eğitim ve danışmanlık hizmetleri”nden bahsetmek istiyoruz. İBB web sitesinin verdiği bilgiye göre; “15 yaş ve üzeri tüm kadınların “ÜCRETSİZ” (evet, tırnak içinde ve büyük harflerle yazılı) olarak faydalanabildiği”, “kadın sağlığını ilgilendiren tüm konularda” eğitim verildiği yazılı. Sitede nedense sağlık hizmetlerinin tanıtıldığı bölümde bahsetmek gereği duymadıkları bir de psikolojik danışmanlık hizmetleri söz konusu. Kapsamı çok da etraflıca anlatılmayan bu hizmetin (haberlere yansıdığı haliyle) işlevi başlığa “İstanbullunun stresi dört seansta gideriliyor” olarak geçmiş. Hizmetin erişilebilirliği ve şimdiye kadar hizmetten faydalananlar birer sayı olarak birbirlerine eklenmiş, toplamanın sonunda elde edilen koca koca rakamlarla hizmetin (niteliğinden ziyade) niceliksel başarısı vurgulanmış.
Şimdi, belediyelerin kadınlara ücretsiz sağlık hizmetleri vermesinde elbette yanlış bir şey yok . Ama söz konusu hizmetlerin neleri kapsadığı, neleri dışarıda bıraktığı ve ne şekilde sunulduğu önemli. Öncelikle hizmet alabilenlerin, kadınlar ve kadın deyince nedense onunla beraber düşünülen, bakımının sorumluluğu hemen ona bırakılıveren çocuklar olması oldukça manidar. Zaten yine İBB sayfasında, “kadın sağlığını ilgilendiren tüm konular”, “gebelik, lohusalık, üreme sağlığı ve bebek bakımı” olarak tespit ediliyor (insan ister istemez üç çocuk konusunu hatırlıyor…) Verilen psikolojik danışmanlık hizmeti de aynı eksende dönüyor: kadın, yine aile içindeki “görev”inden hareketle (anne, eş vb.) konumlandırılıyor, “eğitimsiz” ve “cahil” olarak algılanıyor ve bunları aşarak, aile içindeki rolünü daha başarılı oynaması sağlanmak isteniyor.
Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, ilerlemeci anlayışla psikoloji biliminin zaman zaman alabildiği normatif konumun nasıl bir araya geldiği ve bunun belediyecilikte –ya da daha genel olarak, siyasette- nasıl iş gördüğü. Toplumun “gelişiminin” aile odaklı olduğunun varsayılması, ve bu ilerlemeci tahayyülün kendisine varsaydığı muhatapların kadınlar; ama ailenin temeli olarak kadınlar, yeni nesilleri yetiştirecek olan kişiler olarak kadınlar olması, bununsa paralel bir ilerlemecilik söylemiyle kendisine dost psikoloji bilimiyle eklemlenerek oluşturduğu tablonun bize söyledikleri…
Burada belki somut bir örneğe bakmakta fayda var. Kadın ve Aile Sağlığı Merkezleri’nden birinde çalışan bir terapist, kendisine başvuran, geniş-aile evlerinden gelen kadınların eğitimsizliğinden, (psikoloji biliminin karşısındaki özneden beklediği) kendi üzerine düşünebilme becerisine uzaklıklarından, çocuk yetiştirme konusundaki cahilliğinden, görünüşlerinin muhafazakârlığından dem vuruyor.
Psikolojinin, kendimizi, zihnimizin işleyişini, dünyayla ilişkilenme biçimlerimizi anlamaya yönelik bir çaba olmaktan çıkıp, kendini uyulması gereken standartları belirleyen bir yasa olarak konumlandırması ayrı ve uzun bir yazının konusu. Burada söyleyebileceğimiz şey, bu standartların bizi kendi hayat hikâyelerimizden kopardığı ve deneyimlerimizi anlamlandırma biçimlerimizi dönüştürdüğü: korkularımız hakkında konuşabilme yeteneğimizi kaybedip bunun yerine “panik-atak” (diye bir şey) krizlerinden bahseder olduğumuz zaman, hayatı algılayış şeklimiz de tamamen değişmiştir. Hayat hikâyemizin ve onu yaşarken karşımıza çıkanlarla başetme yollarımızın hangi parçalarının değerlendirilmeye ve üstünde düşünülmeye değer olduğu, hangi davranışlarımızın “semptom” olarak algılanıp hangilerinin “gerçek” kılındığı, ve ironik (ama hiç de şaşırtıcı olmayan) bir şekilde hiç üstüne düşünülmeden kadınlara atfedilen çocuk bakımının bile otorite diye düşünülen disiplinlerce müdahale alanı olarak kurgulanması, standartlar ve belli temsil şekilleriyle oluşturulmuş bir dünyada kadınları ve hayatlarını okunaksız el yazılarına indirgeyecektir.
Psikolojik söylemin ilerlemeci dünya görüşüyle bir araya gelmesi durumun vehametini artırıyor: istenen normlara uy(a)mamak patolojikleştiriliyor, “cahillik” ve “geri kafalılık” (tedavisi eğitim olan) hastalıklar olarak görülüyor. Tabii burada göz ardı edilmeyecek olan sınıfsal bir iletişimsizlik de söz konusu: yukarıda söz edilen, orta sınıf mensubu bir terapistin; yaşam pratiklerini, iletişim biçimlerini, kendilerini dünya içerisinde konumlandırışlarını kesinlikle anlamadığı bir kadın grubuyla ilgili sözleri. Karşısında psikolojinin orta-sınıf, eğitimli, çekirdek aile tabanlı, kendi bireyselliği hakkında teffekküre dalmaya hazır öznesini görmek isterken hiç de aşina olmadığı varolma biçimleriyle karşılaşan terapist, kent yoksulluğunun derinden yaşandığı mahallelerde hangi iletişim yolunun önünün açık olacağını düşünedursun; terapiye gelen kadınlar ve çocuklar, modernitenin kendisine öteki saydıklarına kondurduğu etiketlerle alelacele donatılıp yollarına devam ediyor.
Belediyenin, bu cinsten bir psikolojik danışmanlık hizmeti veriyor olması tesadüf mü? Yoksa bunu yaratılmak istenen yurttaş tipinin bir göstergesi olarak okuyabilir miyiz? Çünkü görünüşe göre, buralarda benimsenen ve dayatılan norm, AKP’nin neoliberal muhafazakârlığıyla tamamen uyum içinde, ve bu bağlamda Türkiye’de şimdiye kadar izlenen politikalarla bir kopuş söz konusu değil. Yine çekirdek aile değerleri yüceltiliyor; kadının kocası ve çocuklarıyla belli şekillerde ilişkilenmesi isteniyor. Kadın sığınma evi yerine kadın sağlığı merkezi açarak belediyenin yaptığı tercih, kadınlara kendi hayatlarını şekillendirmek için değil, aile kurumunun varlığını korumaya yönelik bir destek sağlamak. Bu hedefe ne ölçüde ulaşabildiği, görüştüğü kadınların eğitimsizliğinden yakınan terapistin bu hayatlara ne ölçüde değebildiği ise ayrı bir soru. İnsanın aklına şöyle bir tablo geliyor: işsiz koca evde oturuyor; kadın hem -“vasıfsız” emeğini satarak- eve para getirmeye, hem bu parayla evde tencere kaynatmaya uğraşıyor, çocuklarının ihtiyaçları da cabası. Bu kadın evinden kalkıp kalabalık otobüslerle bir ay boyunca kadın ve aile sağlığı merkezine gidiyor; terapist kendisine, diyelim ki, karşısındakine bağırmak yerine içinden ona kadar saymasını, çocuklarına vurmanın müthiş yanlış bir şey olduğunu ve onlara anlayışla yaklaşması gerektiğini falan söyleyip, yolluyor. Ve dört seansın sonunda bu kadının stres diye bir derdi kalmıyor! Bu elbette son derece karikatürize bir tablo, fakat yine de bu belediyecilik -ve bu terapi- anlayışında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlatır diye düşünüyoruz.
Yinelemekte fayda var: ne belediyenin sosyal hizmetler sağlamasına, ne de psikoloji biliminin kendisine karşı bir sözümüz var. Söylemek istediğimiz, sunulduğu şekliyle bu hizmetlerin, uygulandığı şekliyle bu terapilerin belediyenin web sitesinde bir istatistik olmaktan öte bir anlamının olamayacağı. Tam tersine, kendisine başvuran kadınların yaşama ve ilişki kurma şekillerini eleştirip mahkûm ettiği ölçüde, onları daha farklı yeni yükümlülükler altına sokacak, mevcut sorunlarını çözmek yerine ortaya yenilerini koyacak bir anlayış bu. Beri yandan, kendi teşhis ettiği sorunlara önerdiği (ya da dayattığı) çözümlerle belli bir yurttaş tipinin oluşturulmasına yarayacağı da açık. Söz konusu (kadın) yurttaşın siyasetteki rolünün “hizmet almak”tan öteye geçmeyeceğini ise tekrar etmeye bile gerek yok.
Bu yazı Feminist Politika’nın 2. sayısında yayınlanmıştır.