Ücretli İş ve Ücretsiz Bakım Hizmeti Ekseninde Kadın Emeği: 1980’lerden 2000’lere

Melda Yaman Öztürk

Türkiye’de sermaye birikimi sürecinde son on yıldır yaşanan dönüşüm, sermayenin ihtiyaçları uyarınca, emek süreçlerini de dönüştürmektedir. Türkiye’de sermaye, 1980’lerden itibaren üretim süreçlerini ‘esnekleştirmeye’, enformel istihdama yönelmeye başladı ve bu eğilim 2000’li yıllarda daha da hızlandı. 2003 yılında yürürlüğe konan Yeni İş Yasası esnek üretim süreçlerine yasal dayanak sağlamış oldu. Ardından, sosyal güvenlik sistemi yeniden yapılandırılarak çalışanların kazanımları törpülendi, emek maliyetleri düşürüldü. Ücretli çalışanların yarısının kayıt dışı istihdam edildiği koşullarda, sosyal güvenlik ve sağlığın metalaştırılmasıyla, sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine erişmek daha da zor hale geldi.

Türkiye kapitalizminin son on yılda kaydettiği ‘gelişme’ sürecinde kadın emeğinin konumu ne olmuştur sorusu, bu yazının hareket noktasını oluşturmaktadır. Bu soruya yanıt ararken Türkiye’de sermaye birikimi sürecinin 1980’lerden bu yana gelişimini kadın emek gücünün değişen işlevleri bağlamında inceleyeceğiz. Bu çerçevede, Yeni İş Yasası’nın ve sosyal güvenlik ve sağlık sisteminin yeniden yapılandırılmasının kadınların emek piyasasında ve ev içindeki konumunda neden olduğu değişiklere odaklanacağız, yeni düzenlemelerin kadınların hayatında yeni olumsuzluklar yarattığını göreceğiz. Özellikle kadın erkek eşitliğini biçimsel bir eşitlik olarak algılayan yasal düzenlemeler kadınların emek piyasası konumlarını daha da olumsuz etkilerken daha önce anne ve eş rolleri üzerinde sağlanılan hak ve ayrıcalıklardan belli oranlarda mahrum kılmakta, ev içi yüklerini ise ağırlaştırmaktadır.

Metin boyunca gösterilmeye çalışılacağı gibi, kadın emeğinin sermayenin yeni dinamikleriyle edindiği yeni eğilimler, ataerkil normlar çerçevesinde şekillenmektedir. Sermaye kendi ihtiyaçları uyarınca kârlı koşullar oluştururken ataerkiye dayanıyor; sermayeyle dayanışmak ataerkilliği güçlendiriyor. Sandra Harding’in vurguladığı gibi; “sermaye ataerkil sistemi, ataerkillik sermayeyi dolayımlıyor” (Harding, 1981:136-137).

İncelememiz, kadın emeğinin günümüz kapitalist toplumunda çok yönlü bir işlev taşıdığı ve kadınların ekonomik rolünü aile ve toplum içindeki yüklerinden ayrı düşünmenin olanaksız olduğu kabulüne dayanıyor. Kadınların, toplumun yeniden üretiminde merkezi önem taşıyan bakım emeği sağlayıcısı olarak görülmesi, emek piyasasındaki konumlarını da belirlemektedir. Bu nedenle, incelememiz boyunca, kadınların, bir ‘ücretli işte’ çalışsalar da çalışmasalar da ‘ücretsiz bakım emeği’ sağlayıcısı olduklarını dikkate alacağız. Yazının merkezi konularından biri bakım emeği olacak.

Türkiye bağlamında kadın emeğinin kritik önemi de esas olarak bu iki yönlü süreçte açığa çıkmaktadır : Bir yandan kadınlar sanayi üretiminde gerçekleşen yeni eğilimler çerçevesinde sermaye için ‘esnek’ ve ucuz emek gücü kaynağı olarak görülüyor; öbür yandan, yerleşik ataerkil kabuller uyarınca çocuk, yaşlı ve hasta bakımından sorumlu tutuluyorlar. Kadınlardan, sağlık hizmetlerinin meta ilişkilerine çekilmesiyle kamu sektörünün yarattığı boşluğu dolduracak bakım hizmetini sağlamaları bekleniyor.

Yazının akışı da bu çerçevede olacak. İlk bölümde kadın emeğinin 2000’li yıllardaki eğilimlerini inceleyeceğim. 1980’lere uzanarak, otuz yıldır yaşanan toplumsal dönüşüm sürecinde kadın emeğinin konumunu, diğer geç kapitalistleşen ülkelerde gerçekleşen dönüşümlere yer yer değinerek ele alacağım. Bu bölümde, son dönemde kadın emek gücünün enformel ve esnek üretim süreçlerine yöneldiğini göstermeye çalışacağım. Ardından esnek emek süreçleri ve kadın emeği çerçevesinde Yeni İş Yasası’nı inceleyeceğim. İkinci bölümde kadınların karşılıksız bakım emeğine odaklanıyorum ve bakım emeğinin kadınların toplumdaki eşitsiz konumunun hem zeminini kurduğunu hem de bu eşitsizliğin sonucu olduğunu savunuyorum. Ardından, sosyal güvenlik sisteminde yaşanan dönüşümü, kadınların ücretli emeği ve ücretsiz bakım emeği çerçevesinde değerlendiriyorum. Bu bölümde İş Yasasının ve Sosyal Güvenlik Yasasındaki düzenlemelerin birbirini desteklediğini ve her iki düzenlemenin de sermayeye ve ataerkillik güvence getirdiğini gösterebilmeyi hedefliyorum.

1980 Dönüşümünden Yeni İş Yasasına Kadın Emeği

Türkiye’de 1980’lerden itibaren ‘dışa açık’ olarak gelişen kapitalist birikim, 2000’li yıllarda sermayenin uluslararasılaşması sürecinde yeni bir evreye girmiştir. Bu süreçte öne çıkan başlıca eğilimler şu şekilde sıralanabilir: Sermaye hareketleri hızlanmış, Türkiye’ye gelen ve Türkiye’den yurtdışına ihraç edilen sermaye miktarı çarpıcı bir sıçrama sergilemiştir; dış ticaret hacmi artmış, aynı zamanda ihracatın bileşimi içinde üretim araçlarının (makine ve teçhizat ürünleri) payı da hızla yükselmiştir; finansal yapılar güçlendirilmiş ve uluslararası sermaye ile ileri bir seviyede bütünleşmiştir; tarımda yaşanan dönüşüm sonucunda küçük üreticilik hızla gerilemiştir; ayrıca, 2001 sonrasında hızlanan özelleştirmelerle, Türkiye’nin iktisadi ve toplumsal tarihinde büyük önem taşıyan Tüpraş, Erdemir, Türk Telekom, Tekel gibi büyük kamu kuruluşları özel sektöre satılarak el değiştirmiştir.

Bu gelişmeler emek süreçleri üzerinde de etkiler yaratmıştır. Özellikle ihracata yönelik üretim yapan sermaye kesimleri, ‘esnek üretimi’ öne çıkarmaktadır. Buna göre, uluslararası rekabeti sürdürmenin koşulu, üretim süreçlerini esnek hale getirmekten geçer. Emek kesimlerinin örgütsüz olması ve 1980 sonrasında işçi sınıfının zayıflatılması da sermayenin istediği biçimleri uygulayabilmesine olanak vermiştir.

‘Esnekliğin’ amacı, kısaca, iş gücü maliyetinin düşürülmesi ve rekabet gücünün artırılmasıdır (Karakoyun, 2007: 42). ‘Esneklik’, kapitalistin çalışma yeri, çalışma zamanı, çalışma süresi, işgücü miktarı, ücret düzeyi gibi konularda serbestlik kazanması anlamına gelmektedir. Yani kapitalist, ihtiyaç duyduğu zaman, ihtiyaç duyduğu sayıda işçiyle, ihtiyaç duyduğu süre, ihtiyaç duyduğu üretimi yapma serbestisine sahip olacaktır. İŞKUR’da hazırlanan bir uzmanlık tezine göre ‘esneklik’, “işletme açısından, işgücünün işletme içinde gerekli zamanda ve yeterli sayıda kullanmasıdır” (Karakoyun, 2007 : 3).

Bu dönemde kadın emeğinin ihracata yönelik üretim yapan sermaye için yeni bir önem kazandığını görmekteyiz. Zira kadınlar, esnek çalışma biçimleri için ideal emek gücü profilini oluşturuyorlar. Kadınları bu işlere çekmenin altında yatan düşünce, kadınların klasik çalışma biçimlerinde istihdamının erkeklere göre daha zor olduğudur. Kadınların tam süreli ve ev dışında çalışmasının başlıca engeli onlardan beklenen ücretsiz bakım işleridir: Çocukların bakımı, yaşlı ve hastaların bakımı, öbür ev işleri. Bu anlayış şu yorumda tam karşılık bulmaktadır: “esnek çalışma biçimleri ile kadınlar iş hayatına daha fazla yönelmekte ve çalışırken eş olma ve/veya annelik görevini de daha iyi yerine getirebilmektedir” (Karakoyun, 2007: 123).

Kısmi süreli çalışma, evde çalışma, tele çalışma vb. biçimler kadınlar için uygun bulunan emek biçimleri olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle evde çalışmanın kadınlar için en uygun çalışma biçimi olduğu düşünülüyor. Böylece kadınlar evde istediği saatte, istediği süreyle çalışabilecek, işe gidip gelmek için vakit kaybetmeyecek, yol masrafından kurtulacak ve aynı zamanda ‘aile sorumluluklarını’ ve ev işlerini yerine getirebilecektir. (Çelik, 2007: 31).

Kadın emeğini cazip kılan bir diğer etken, kadın emek gücünün erkek emek gücünden daha ucuz olmasıdır. Kadınların daha düşük ücret aldığı bir çok çalışmada ortaya konmaktadır. Örneğin, İpek İlkkaracan ve Raziye Selim Türkiye’de 10 kişiden fazla işçi çalıştıran formal işyeri verileriyle yaptıkları analizde, üç imalat sanayinde, elektrik, gaz ve su, madencilik alanlarında, kadınlarla erkekler arasında yüzde 70.6’lık ücret farklılaşması tespit etmişlerdir. Bütün sanayi tipleri, işler, sektörler ve şirket karakteristikleri aynı olduğunda bakıldığında, ücret ayrışması yüzde 91’dir. Yani, eğitim, deneyim, çalışma süresi, sanayi, sektör, şirket bakımından aynı özellikleri barındıran erkek işçi kadından yüzde 10 fazla kazanmaktadır (İlkkaracan ve Selim, 2007: 587) [2]. Bu yanıyla kadın emeği, sermaye için kaçırılmaz bir kaynak olarak belirmektedir.

Ayrıca, Türkiye’de kadın istihdamı çok düşüktür (Toksöz, 2007: v; TÜSİAD 2008: 123; İlkkaracan ve Selim, 2007: 565), bu da kadın emeğini zengin bir emek potansiyeli haline getiriyor. 2006 yılı itibariyle kadınların işgücüne katılım oranı şehirlerde yüzde 19.9, toplamda yüzde 24.9’dur. Aynı yıl, bu oran AB ülkelerinde yüzde 57’dir (TÜSİAD, 2008: 115, 123; Kılıç, 2008: 496). Bu rakamlara göre Türkiye, kadınların işgücüne katılımı açısından OECD ülkeleri arasında en son sırada yer almaktadır.

Görüldüğü gibi, kadınlar sermayenin esnek hale getirmeye çalıştığı üretim süreçleri için ucuz ve ‘elverişli’ emek-gücü potansiyeli olarak görülmektedir. Ancak, buradaki ilişki tersine çevrilmekte, çalışanlar için ücret, sosyal güvenlik, iş güvencesi bakımından olumsuzluklar barındıran ‘esnek’ emek süreçlerinin bizzat kadınlar için ‘elverişli’ olduğu, kadınların ihtiyaçlarına yanıt verdiği, dahası kadınların tercihi olduğu ileri sürülmektedir. Bu iddia ataerkil toplumsal cinsiyet rollerine, kadınların ev içi yükümlülüklerine dayandırılmaktadır. Dolayısıyla, sermaye ataerkil ilişki biçimlerine yaslanarak, kendi ihtiyaçlarına hem meşruiyet kazandırıyor, hem de ataerkil bağlara güvence sağlıyor.

Bununla birlikte, kadınların işgücüne katılımı düşük olduğuna göre, kadınları emek piyasasına çekecek cazip koşulların oluşturulması gerekmektedir. Yeni koşullar sermayenin kârlılığını sağlamaya yönelik olmalı, ancak aynı zamanda, toplumda yerleşik ataerkil normlara da zarar vermemelidir. Yani kadınlar, onlardan beklenen bakım işlerini ve ev işlerini sürdürmelerini sağlayacak bir biçimde istihdam edilmelidirler. Bu bağlamda Yeni İş Yasası, hem sermayeye kârlı olanaklar sunacak, hem de ataerkil ilişkileri muhafaza edecek biçimde kadınlara yeni istihdam olanakları yaratmayı hedeflemektedir.

Bu bölümde Yeni İş Yasası’nın kadın istihdamına etkisini, sermaye ve ataerkillik ilişkisi bağlamında inceleyeceğim. Önce, genel hatlarıyla, Türkiye’de kadın emeğinin 1980’lerden 2000’lere kadar olan gelişimine bakacağım (Bölüm 1.1). İkinci kısımda kadın emek gücünde esnek ve kayıt dışı istihdamın yaygınlaştığını göstermeye çalışacağım (Bölüm 1.2). Son alt bölümde ise Yeni İş Yasası’nın kadın emeğine etkilerini ele alıyorum (Bölüm 1.3).

1980’lerden 2000’lere Kadın İstihdamı : Geç Kapitalistleşme ve Kadın Emeği

Türkiye’de kadın istihdamının son otuz yıllık seyrine baktığımızda, birikim sürecinde yaşanan dönüşümlere bağlı olarak kadın emeğinin de yeni eğilimler kazandığını görüyoruz. 1980 sonrasında dışa dönük birikim sürecine geçen Türkiye’de iktisadi ve toplumsal dönüşüm kadın istihdamını belirleyen başlıca etken olarak karşımıza çıkıyor.

Diğer geç kapitalistleşen ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de kadın istihdamını geç kapitalistleşmeye dair özgüllükler şekillendirmiştir. Finans ve bankacılık alanlarında gelişme ve yeniden yapılanma kadın istihdamını artırdı. Tarımsal yapıların çözülmesi köylü aileleri ve kadınları topraktan kopartarak kentlere göçe yöneltti. Bununla birlikte, Türkiye’nin sınıfsal ve tarihsel özgüllüklerine bağlı karakteristikleri, kadın emeğine diğer geç kapitalistleşen ülkelerden farklı belirlenimler de kazandırdı. Örneğin, diğer geç kapitalistleşen ülkelerden farklı olarak, Türkiye’de 1980 ve 1990’lar boyunca yabancı doğrudan yatırımların düşük olması, bu dönemde kadın istihdamında bir artış gerçekleşmemesine neden oldu.

Geç kapitalistleşen pek çok ülkede, ihracata dayalı üretimin başlıca lokomotifi kadın emeği idi. Bu ülkeler 1980 sonrasında ciddi miktarda yabancı sermaye çekmiş, uluslararası sermaye üretken yatırımlarının önemli bir bölümünü bu ‘az gelişmiş’ coğrafyalara kaydırmıştı. Güney Kore, Malezya, Tayland, Filipinler gibi Asya ülkeleri ile Meksika gibi Latin Amerika ülkelerinde ucuz kadın emeğine dayalı binlerce üretim atölyesi açıldı. Bu atölyelerde kadın çalışanların sayısı kısa zamanda hızla arttı ve kadın istihdamının payı tekstil, hazır giyim gibi kimi sektörlerde yüzde 80’lere ulaştı (Seguino, 2000: 33)[3]. Sermaye, güçlü ataerkil ilişkilerin varlığında, kadına yüklenen itaatkarlık, sabırlılık, uysallık gibi toplumsal cinsiyet normlarını, kadın emeğini daha fazla sömürmek için sonuna kadar kullandı. Kadınlar çoğunlukla ‘kadın işi’ olarak tarif edilen örgü, dikiş, elektronik parça montajı gibi rutin işlerde istihdam edildiler (bkz. Pearson, 1994; Lund ve Panda, 2000; Yaman Öztürk, 2010; Lim, 2000; Seguino, 2000).

Türkiye’yi Güney Doğu Asya ve Güney Amerika ülkeleri ile karşılaştırdığımızda, Türkiye’nin kadın istihdamı bakımından çok özgül bir yerde durduğunu görmekteyiz. Dışa açık birikim sürecine geçiş ve ihracat için üretim, diğer geç kapitalistleşen ülkelerden farklı olarak, Türkiye’de kadın istihdamında çok büyük bir artış yaratmamıştır (Çağatay ve Berik, 1991; Kardam ve Toksöz, 2004). Öbür geç kapitalistleşen ülkelerle kıyaslandığında düşük kalsa da, ihracata yönelik üretim yapan sektörlerde kadın istihdamının arttığını belirtmemiz gerekiyor. Şule Özler Türkiye’de 1986-96 arasında ticaret serbestleşmesinin olduğu dönemde imalat sektöründe kadınlar için yaratılan istihdam olanaklarının erkeklerden daha fazla olduğunu gösteriyor: Buna göre ihracata yönelik sektörde iş yaratılma oranı içe yönelik üretim yapan sektörlerden yüksektir ve kadınlarda toplam iş ataması erkeklerin iki katıdır[4] (Özler, 2000).

1980 sonrasında Türkiye’de de kadın emeği genel olarak tekstil, giyim sanayi gibi üretim kollarında yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte, diğer geç kapitalistleşen ülkelere kıyasla, kadınların istihdam payı çok düşüktür (Toksöz, 2004: 153). Eraydın ve Erendil kadınların imalat sektöründe çalışanların sadece yüzde 25’ini oluştursalar da giysi üretimi gibi emek yoğun işlerde kadın istihdamının artmakta olduğunu söylüyorlar (Eraydın ve Erendil, 1999: 259).

1980 sonrası dönemde kadın istihdamının çok yükselmemesinin bir diğer nedeni de pek çok sektörde üretken yatırımların çok düşük düşeyde kalmasıdır. Bu dönemde, imalat sanayii yatırımları giderek azaldı, yatırımlar hizmet sektörüne yöneldi [5].

Genel olarak, sermayenin uluslararası hareketinin hızlanması, yeni finans kurumlarının ve finansal araçların oluşturulması, banka ve sigorta şirketi gibi hizmet sektörlerinde kadın istihdamının büyümesine yol açmıştır. Finans sektörünün hızlı büyümesi geç kapitalistleşen ülkelerde bilgisayar programlamacılığı ile finans ve bankacılık alanlarında yüksek vasıflı kadın emek gücünün istihdamını arttırdı. Bunun yanında, bankalarda, postayla alışverişte, havayolu ve tren yolu ulaştırmacılığı alanlarında veri girişi işlerinde kadınlar kullanıldı (Birleşmiş Milletler, 1999: 31-33). Türkiye’de de bu dönemde finansal yapılar kurumsal düzenlemeler eşliğinde yeniden yapılandırıldı. 1989’da Türk parasına konvertibilite kazandırılarak, ülke içi sermaye gruplarının uluslararası finans sermayeyle daha dolaysız ve derin ilişkiye girmesine olanak sağlandı. Yabancı bankaların şube açması kolaylaştırıldı. Bankaların mevduatları genişledi, banka ve şube sayısı arttı; yeni finansal araçlar kullanılmaya başlandı (Yaman Öztürk ve Ercan, 2009). Finansal yapıların gelişmesiyle, bankacılık sektöründe kadın istihdamının payı 1990’lar boyunca arttı, 1990’da yüzde 35’in altında iken 1999’da yüzde 40’ın üzerine çıktı (TBB, 2007: 2). Bankacılık sektörü kadın emeğinin yoğunlaştığı alanlardan biri olmasına karşılık, bu alanda kadınların çeşitli biçimlerde ayrımcılığa uğradıklarını da belirtmek gerekiyor[6].

Türkiye’de kadın emek gücünün öbür geç kapitalistleşen ülkelerden farklılaşan özgül bir yanı da olduğunu belirtmek gerekir. Kadın emek gücünün yüzde 42.2’sini bilimsel, teknik, uzman işçiler ve büro işleri oluşturuyor[7]. Bu yanıyla Türkiye bazı gelişmiş ülkelerden de ayrılıyor (Kardam ve Toksöz, 2004: 18). Bir başka ifadeyle, bankacılık, hukuk, tıp, eğitim, mühendislik gibi ‘profesyonel mesleklerde’ çalışanların yaklaşık yüzde 36.8’ini kadınlar oluşturmaktadır (TÜSİAD, 2008: 145).

Bütün bu yeni eğilimlere karşılık Türkiye’de kadınların işgücüne katılımının son yirmi yıl içinde gerilemiş olması çarpıcıdır (TÜSİAD, 2000; Dedeoğlu, 2008: 45). Türkiye’de 2006 yılında yüzde 24.9 olan kadınların işgücüne katılım oranı, 1988 yılında yüzde 34.3 idi. Benzer biçimde, 1988 yılında yüzde 31 olan kadın istihdamı oranı, 2006’da yüzde 22’ye düşmüştür[8]. (TÜSİAD, 2008: 123).

Türkiye’de kadın istihdamındaki genel düşüşün başlıca nedeni, tarımda yaşanan dönüşüme bağlı olarak kırsal istihdamın gerilemesidir. Devletin tarıma verdiği destekleri çekmesi, tarımsal sübvansiyonları kaldırması, Tekel gibi devlet kurumlarının özelleştirilmesi tarımsal yapıları çözerek kadın istihdamını azaltmaktadır[9]. Kadınların tarımdaki istihdamı zaman içinde gerilemiş, 1995’te yüzde 71.2 iken 2000 yılında yüzde 60.5, 2006’da yüzde 48.5 olmuştur. Buna karşılık, tarımsal istihdam düşerken sanayi istihdamı artmış, ancak tarımdan kaynaklanan azalmayı telafi edecek düzeye çıkmamıştır. Sanayide kadın istihdamı 1995’te yüzde 9.6, 2000 yılında yüzde 13.2, 2006’da yüzde 15 oldu. Tarım çözülürken, sanayi istihdamında artış görüldüğü gibi sınırlı kaldı. İstihdam esas olarak hizmet sektörlerine kaydı ve enformel istihdam genişledi (Toksöz, 2007: 27). 2006 yılında hizmet sektöre ücretli çalışan kadınların yüzde 65.3’ünü içermektedir (TÜSİAD, 2008: 134).

Tarımın çözülmesi kırdan kente göçü hızlandırmaktadır[10]. Kentlere göç eden yığınlar barınma, iş bulma, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşmada önemli sorunlar yaşamaktalar. Dokuzuncu Kalkınma Planı’nda dikkat çekildiği üzere, kentler verili fiziksel ve toplumsal altyapıları ile artan nüfusa iş olanağı sağlamaktan uzaktır (DPT, 2007: 46). Özellikle kadınlar kentlerde ücretli işlerin gerektirdiği vasfa sahip olmadıkları için, kadın işsizliği ve enformel istihdam giderek büyümektedir.

Özetle, Türkiye kapitalizminin son otuz yılında yaşanan dönüşümlerin kadın istihdamını yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Tarımsal yapılarda gerçekleşen dönüşümle kırda kadın istihdamının gerilemekte, tarımın çözülmesi, kırdan kente göçü hızlandırmaktadır. Bu süreçte sanayi istihdamı bir parça artarken, esas genişleme hizmet sektöründe kaydedilmiştir. Ayrıca finansal düzenlemeler, finans ve bankacılık alanında kadın istihdamını artırmıştır. Bütün bunlara ek olarak Türkiye’de kentli ve eğitimli kadınların bankacılık, hukuk, tıp, eğitim, mühendislik alanlarında çalışanların üçte birinden fazlasını oluşturduğunu da belirtmek gerekiyor. Bu gelişmelere enformel istihdamın genişlemesi ve esnek üretim süreçlerinin yaygınlaştırılması eşlik ediyor.

Kadın İstihdamında Son Eğilimler ve Kayıtdışı İstihdamın Büyümesi

1980 sonrasında geç kapitalistleşen ülkelerde enformel istihdamın yaygınlaştığını görüyoruz. Bu ülkelerde büyüyen kadın istihdamının da önemli bir bölümünü enformel işler oluşturuyordu[11]. Diğer geç kapitalistleşen ülkelere benzer biçimde Türkiye’de de enformel kadın istihdamı 1980’lerden itibaren giderek yaygınlaşmıştır. Tarımsal istihdam gerilerken sanayide yeterli istihdamın yaratılmaması, iş arayanları enformel işlere yöneltiyor (Toksöz, 2007: vii). 1980 ve 1990’lar boyunca enformel işlerde gerçekleşen büyümeyle, imalat sanayinde enformel işlerin payı 1988’de yüzde 53’e ulaşmıştır (Dünya Bankası, 2003: 77). Ayla Eraydın ve Asuman Erendil’in 1995’te İstanbul giyim sanayinde yaptıkları araştırma, mülakat yapılan kadınların yarısının kayıtsız küçük firmalarda çalıştıklarını; kayıtlı firmalardaki kadınların ise kontratsız çalıştığını, koruma ve ücrete ek katkılardan hiç yararlanamadığını ortaya çıkarmıştır (Eraydın ve Erendil, 1999: 264).

2000’lerin başlarından itibaren enformel istihdamın daha da yaygınlaştığını ve geç kapitalistleşen ülkelerde çalışanların çoğunu kapladığını görüyoruz[12]. OECD 2009 raporunda dikkat çekildiği üzere enformel istihdam artık istisna değil, bir norm halini almıştır. Gelişmekte olan ülkelerde tarım dışı istihdamın yarısını -900 milyondan fazla işçi- enformel işler oluşturuyor (OECD, 2009 : 2). Bununla birlikte, yeni milenyumda sadece geç kapitalistleşen ülkeler değil, dünya ekonomisi bütün bölgelerde enformel istihdama doğru bir eğilim sergiliyor ve kadın istihdamının büyük bir kısmını enformel işler oluşturuyor (Pearson, 2007).

Türkiye’de kadın istihdamı da 2000 sonrası benzer bir seyir gösteriyor. Gülay Toksöz 2000-2006 arasında Türkiye’de tarım dışı istihdamda enformel işlerin iki kat arttığına dikkat çekiyor. Tarım dışında yeni yaratılan işlerin erkekler için yüzde 61’ini, kadınlar için yüzde 59’unu enformel işler oluşturuyor. Yine Toksöz’ün aktardığına göre, 2006 yılında, Türkiye’de çalışan kadınların yüzde 68’i, erkeklerinse yüzde 44’ü iş güvencesinin ve sosyal güvencenin bulunmadığı enformel işlerde çalışmakta. Sanayi üretiminde enformel kadın istihdamı ise yüzde 36.5’tir[13] (Toksöz, 2007: 36).

Kadınların enformel istihdamı farklı biçimler alabiliyor. Saniye Dedeoğlu literatürde dört değişik enformel istihdam biçimi saptamaktadır : Birincisi kadınların sanayiye yönelik ev eksenli işleri, ikincisi ücretli ev içi hizmeti, üçüncüsü kırsal kesimde ücretsiz aile işçiliğ, dördüncüsü kadınların el işçiliği ile yaptığı üretimdir (Dedeoğlu, 2008: 52).

Kentlerde enformel istihdam büyümesinin başlıca nedeni, enformel işlerin tek ve son seçenek olarak belirmesidir. Kadınlar formel işler bulamadıkları için, enformel işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Yüksek işsizlik ve yoksullaşma, daha önce ücretli bir işte çalışmamış kadınları da çalışmak zorunda bırakıyor. Özellikle kriz koşullarında, kadınlar son çare rolünü üstlenerek, olumsuz nitelikler taşıyan ve sosyal güvencenin bulunmadığı işlerde çalışmayı kabul ediyorlar. Tarımın çözülmesiyle kırdan kente göçün büyümesi de kadınları enformel istihdama mecbur kılan etkenlerden biridir. Kentlere göç eden kadınlar, kentteki işlerin gerektirdiği vasıflara sahip olmadıkları için formel istihdamdan dışlanıyorlar.

1980 sonrasında emek süreçlerinin esnetilmeye başlaması, enformel istihdamı koşullayan bir diğer etken. 2000’li yıllarda sermayenin emek gücünün ‘esnek’ koşullarda istihdamını yaygınlaştırdığını görüyoruz. Kadınlar bu tür istihdamın önemli bir bölümünü oluşturuyorlar. TÜİK 2004 verilerine göre, kısmi süreli çalışan ücretlilerin yaklaşık yüzde 60’ı, yevmiyeli ve kısmi süreli çalışanların ise yüzde 64’ü kadındır (Aktaran, Karadeniz ve Yılmaz, 2007: 31). AB ülkelerinde de kadınların esnek üretim süreçlerinde yoğunlaştığı görülüyor. Örneğin AB-25 ülkelerinde işlerin yüzde 17’si kısmi süreli işlerdir ve bu işlerin çoğu kadınlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Kadınların yüzde 29’u kısmi süreli işlerde çalışırken erkeklerde bu oran yüzde 7’dir[14] (Çelik, 2007: 43).

Geç kapitalistleşen ülkelerle AB ülkeleri gibi erken kapitalistleşen ülkeler arasında esnek emek biçimleri bakımından bazı farklar olduğunu belirtmek gerekli. Geç kapitalistleşen ülkelerde ‘esnek’ üretim biçimi, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda, hiç bir sosyal korumanın bulunmadığı enformel işler anlamına geliyor. AB ülkelerinde ise enformel üretim biçimleri bu kadar yaygın değil ve esnek üretim biçimi yarı zamanlı, düşük ücretli, sosyal güvenliğin belli ölçülerde sınırlandığı iş demek (Toksöz, 2007: 2). Türkiye’de kadınların yöneldiği esnek işleri yarı zamanlı işlerden çok, sosyal güvencenin bulunmadığı ev eksenli işler oluşturuyor[15].

Kadınları esnek işlere yönelten temel neden ise bakım işlerinden sorumlu tutulmalarıdır. Kadın istihdamını, kadınların toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin paytriyarkal kabuller belirlemektedir. Kadının çalışan erkek aile üyesine bağımlı olması ve ev içi sorumluluklarının kadına yüklenmesi, kadınların işten ayrılma ya da işgücüne katılma kararlarını belirliyor (Kılıç, 2008: 497). Dahası, pek çok kadının iş hayatına katılması genellikle kocanın iznine bağlıdır. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü tarafından yaptırılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, “ev işleri ve çocukların bakım ve eğitimi, erkeklerin evde kadınlardan hizmet beklemeleri, kadının çalışma yaşamına katılımına ‘izin verme’de tayin edici” olmaktadır (Eyüboğlu vd., 2000: 149). Ataerkil sistemin kadınların hayatına getirdiği sınırlamalar kadınların istihdam alanını ve istihdam biçimini de koşullamaktadır. Türkiye’de kadınların emek piyasasındaki konumu kültürel değerler, toplumsal cinsiyet rolleri ve cinsiyet ayrımcılığı tarafından belirleniyor. Benzer nedenlerle pek çok kadının eve yakın, akraba ya da hemşerilerin işlettiği atölyelerde çalışmayı tercih ettiğini ya da buna mecbur kaldığını görüyoruz.

Türkiye’de kadınların büyük çoğunluğunu oluşturduğu esnek işlerden biri, belirttiğimiz gibi evde çalışmadır[16]. Evde yapılan işler değişik biçimler alabiliyor. Yaygın biçimlerden biri, fabrika üretimine bağlı olarak, üretimin belirli aşamalarının ev içinde gerçekleştirilmesidir. Kadınların Yeni Bosna’da tekstil atölyelerinde üretilen tişört ve bluzların işlemelerini ve dantellerini evde yapmaları ya da Gebze’de beyaz eşya fabrikasında üretilen çamaşır makinesi için evde plastik contaları ve uzun hortumları makasla keserek hazırlamaları bu işlere örnek olarak gösterilebilir. Tekstil ve giyim sanayi gibi, paketleme, kutulama, el işi oyuncak imalatı da evde yapılan işlerdendir. Sanayi üretimine bağlı işler yanında, dil öğretimi, özel dersler, daktilo yazımı, çocuk bakımı, yaşlı bakımı, pazarlama, zarf doldurma, çevirmenlik, editörlük gibi hizmet sektörü kapsamındaki işler de evde yapılabilmektedir. Kadınların şirketlere -marketlere turşu yapması, yufka açması, elle ya da makine ile mantı, sigara böreği, mezeler hazırlaması da evde yapılan işler arasında yer almaktadır (Karakoyun, 2007: 18; Çelik, 2007: 30).

Sermaye için işgücü maliyetlerini düşüren esnek çalışma biçimleri, kadınlar için pek çok olumsuzluğu beraberinde getirmektedir. ‘Mümkün olduğu ölçüde’ kurallardan uzaklaşma, esnekliği belki de en iyi anlatan ifadedir (Karakoyun, 2007: 44). Çalışanların çoğu durumda istihdam güvenceleri bulunmamakta ve böylece sosyal güvenlik sisteminden yararlanmaları da söz konusu olmamaktadır. Örneğin, tele çalışmada çalışanlar, işin statüsünün belirsizliği nedeniyle, sosyal güvenceden yoksundurlar. Ayrıca, esnek üretimde çalışan kadınlar örgütlenemedikleri için, ücret pazarlığı yapamamakta ve böylece daha düşük ücrete razı olmaktadır (Çelik, 2007: 26). Esnek çalışmada zamanın ‘esnek’ olması, fazla mesai uygulamalarını da ortadan kaldırabilmektedir. Birçok ülkede esnek emek süreçlerinde çalışanlar, tam gün süreli işçilere göre bazı sosyal yardımlardan ve yan ödemelerden de mahrum kalmaktadır[17]. Kısmi süreli çalışma, prim zamanını doldurma bakımından da sorun yaratmaktadır.

Özetle, son dönemde kadın istihdamının enformel işlere kaydığını görüyoruz. Kırdan göçün hızlanması kentlerde enformel işleri yaygınlaştıran başlıca nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Enformel kadın istihdamın büyümesinin bir nedeni de sermayenin üretim sürecini ‘esnekleştirme’ eğilimidir. Kapitalistlerin, maliyeti en aza indirebilmek, çalışanı zorluk çekmeden ve yasal yaptırımlara uğramadan işten çıkarabilmek için çalışma standartlarından ve formel yapıdan uzak durması, evde çalışmanın hızla artmasına neden olmaktadır (bkz. Karakoyun, 2007: 18). Bir başka neden, kadınların, bakım ve öbür ev işleri ‘yükümlülüklerini’ yerine getirebilecekleri ‘evde yapılan işlere’ yönelmesidir. Türkiye gibi ülkelerde üretim sürecinin esnekleştirilmesi sosyal güvenlik ve iş yaşamına yönelik hakların bulunmaması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kadınlar evde yapılan işlerde, sosyal güvencesiz, iş güvencesi olmadan, düşük ücretle çalıştırılıyorlar. Yeni İş Yasası sermayenin emek süreçlerini esnekleştirme eğilime yasal bir çerçeve oluşturma ihtiyacından doğmuştur.

Yeni İş Yasası ve Kadınlara Etkisi

2003 yılında yürürlüğe giren Yeni İş Yasası kadınları sermayenin ihtiyaçları uyarınca ve ataerkil normlar çerçevesinde istihdam etmeyi hedeflemektedir. Yasada bu hedefler, öne çıkan iki düzenlemede görülüyor: İlk olarak, yeni yasa, giderek yaygınlık kazanan ‘esnek’ emek süreçlerine yasal dayanak getirmiştir. İkincisi, kadınları erkeklerle ‘eşitleyen’ ve çalışma koşullarını iyileştiren yasal düzenlemelerle, kadınları istihdama çekmek amaçlanmıştır.

Aslında Türkiye’de sermaye kesimi, uzun zamandır, ‘küreselleşen’ ekonominin yeni bir iş yasası gerektirdiğini ileri sürmekteydi. Buna göre, son yıllarda gelişen yeni teknolojiler, yeni yönetim anlayışları, standart olarak kabul edilen katı çalışma biçimlerinden uzaklaşılmasına ve yeni çalışma biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. 2002 tarihli ‘İş Güvencesi Yasası’ da sermaye kesiminin tepkisini çekti ve ‘sermaye için güvence’ talebi dillendirildi[18].

Sermayenin esnek emek süreçlerine olan talebi, Yeni İş Yasası’nda karşılık buldu. Emek süreçlerini kapitalist birikimin yeni aşamasında ihracata yönelik üretim yapan sermayenin ihtiyaçlarınca şekillendiren Yeni İş Yasası ile dışarıya iş verme ve kısmi çalışma gibi esnek emek süreçleri yasal düzenlemeye kavuştu. Böylece, ‘geçici iş ilişkisi’, ‘kısmi süreli iş sözleşmesi’, ‘çağrı üzerine çalışma’ yasa gündemine alındı. Yasa, fazla çalışmada süre sınırının kaldırılmasını, iş güvencesine ilişkin eski yasada yer alan hükümlerin daraltılmasını, hafta tatili gününün değiştirilebilmesini olanaklı hale getirdi[19] (Çelik, 2003).

Yeni İş Yasası esnek emek süreçlerine yasal dayanak oluşturarak, kadın emeğinin esnek emek süreçlerinde istihdamını kolaylaştırarak, meşrulaştırmaktadır. Böylece, iş güvencesinin olmadığı, sosyal güvenlik sisteminin uygulanmadığı, sermayenin kadın emek gücünü ihtiyaç duyduğu zamanda ihtiyaç duyduğu süreyle istihdam etmesine olanak sağlayan esnek üretim biçimlerinin norm halini almasının yolu açıldı. Yeni yasayla, Gülay Göktürk’ün fütursuz biçimde savunduğu gibi, semayenin ‘keyfi davranmasına’ yasal güvence getirilmiş oldu (bkz. Göktürk, 2002).

Esnek üretim biçimleri, kadın emeği bağlamında, ataerkil işbölümü çerçevesinde bir özellik daha barındırmaktadır : Kadınların ev işi yüklerini bir kenara bırakmadan istihdama katılmaları öngörülmektedir. Yeni İş Yasası Taslağı’nın Bakanlar Kurulu’na sevk edilmesinin ardından dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu bu taslakla özellikle çalışan kadınlara esnek çalışma usülleri getirildiğini söylerken aynı anlayışı yansıtmaktaydı: Kadınlar ev içinde ücretsiz bakım işlerini yapmayı sürdürecek ve bütün bu işlerden sorumlu olacak; aynı zamanda, sendikal hakların olmadığı, çalışma yaşamına dair hakların budandığı, iş güvencesi ve sosyal güvencenin bulunmadığı esnek çalışma koşullarında ucuza çalıştırılabilecekler (Aktaran Yaman Öztürk vd., 2010).

Yasa, kadınları istihdama çekmek üzere yeni düzenlemeler de getirmektedir. Bu düzenlemelrden biri doğum izninin 12 haftadan 16 haftaya yükseltilmesidir. Böylece doğum sonrasında sağlık ve çalışma hakları güvence altına alınarak, kadınları çalışmak için cesaretlendirmek ve çalışmayı kolaylaştırmak hedefleniyordu (Kılıç, 2008: 497). Bir diğer değişiklik ise kadınların sanayide gece çalışmasını engelleyen hükmün kaldırılmasıdır. Böylece kadınlarla erkeklere eşit iş olanakları sağlamak amaçlanıyordu.

Ancak yasanın getirdiği eşitlik, günümüzün ataerkil toplumunda kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiyi tarif etmekten çok uzaktır. Kadınlar toplumsal ilişkiler içerisinde erkeklerle eşit konumda değiller; toplumsal kaynaklara eşit biçimde erişemiyorlar. Eşitsizliğin temelinde kadınlardan beklenen ücretsiz bakım işleri yatıyor; evde çocuk, yaşlı ve hastaların karşılıksız bakımından sorumlu tutuluyorlar Bakım işleri, kadınların emek piyasasına katılma kararlarını ve katılma biçimlerini belirliyor. Kadınlara bağımsız bir ücretli çalışan olarak yaklaşan sosyal güvenlik reformu ve iş yasası bu nedenle gerçek yaşamla uyumlu değil (Kılıç, 2008: 497). Çünkü kadınlar emek piyasasında erkekler gibi sadece ücretli işçi olarak varolmuyorlar; kadınlar aynı zamanda toplumun yeniden üretiminin yüklerini de taşıyorlar.

Önceki politikalar kadına ‘kocaya ya da babaya bağımlı’ olarak yaklaşırken, yeni düzenlemeler kadınlarla erkekleri ‘eşit’ kılarak, onlara eşit çalışma olanakları sunmuş görünmektedir. Ancak koruyucu hükümlerin kaldırılması kadınlara ‘özgür seçim’ hakkı tanımaktan ziyade, sermayeye esneklik getirmektedir. Azer Kılıç’ın altını çizdiği gibi, eğer kadınlar gece çalışıyorsa bunu genellikle patronları istediği için yapıyorlardır. Ya da, gündüz ev işlerine zaman kalsın diye gece çalışmayı seçmiş olabilirler (Kılıç, 2008: 497).

Yeni yasayla, iş güvencesinin kapsamı da daralmakta, iş güvencesi hükümlerinin uygulanacağı işyerlerinin belirlenmesinde kıstas oluşturan işyerinde çalışan işçi sayısı 10’dan 30’a çıkarılmış bulunmaktadır (Sevimli, 2003). Bu değişiklik açıkça sermayenin iş güvencesi sağlamadan işçi çalıştırabilmesine olanak tanımaktadır. Kadın istihdamının küçük işletmelerde yoğunlaştığı göz önünde bulundurulduğunda bu düzenlemenin kadınlar için büyük olumsuzluk taşıdığı görülmektedir.

Son olarak, esnek çalışmanın işgücüne katılmayan kadınları işgücüne çektiği, kadınların istihdamını artıracağı söyleniyor. Bu iddiayı şu düşünce tamamlıyor : “[esnek] çalışma, ev kadınlarının aile sorumlulukları ve ev işlerini yerine getirebilmelerine olanak tanımaktadır” (Çelik, 2007: 31). Bu iddianın altında yatan fikir ataerkil düşüncenin ‘modern’ bir biçim almış ifadesidir: Sosyal güvenlik yasasında olduğu gibi iş yasası da kadını eve hapsetmek yerine istihdama çekmek üzere düzenlenmiştir. İlk bakışta kadını ‘kamusal alana’ kazandırdığı kanısı oluşturan yasayla ilgili olarak iki kritik noktanın altını çizmek gerekiyor: Kadınların istihdama, ilk olarak sermayenin istediği biçimde (iş güvencesinden yoksun, sosyal güvencesiz ve esnek biçimlerde) ve ikinci olarak ataerkil normlar uyarınca (kadınların ev içi yükümlülükleri devam ederek) katılımı öngörülmektedir.

Böylece, hem sermaye hem de ataerkillik için ikili bir güvence getirilmiştir. Simten Coşar ve Metin Yeğenoğlu’nun dikkat çektiği üzere, Türkiye’de kapitalistler kadınların emek gücüne katılmasını istemiyor değil, ama belirli biçimler altında ve ataerkil normlara uyacak biçimde, kısa dönemli, esnek düzenlemelerle ve prestij, güvenlik ve kazanç sağlamayacak biçimde istihdam edilmesini istiyorlar. Yasa esas olarak kadınları koşullar ne olursa olsun buldukları işte çalışmayı kabul etmeye zorlayarak çalışma koşullarını kötüleştirmektedir (Coşar ve Yeğenoğlu, 2009: 44).

Dolayısıyla iş yasası kadınların ataerkil ‘sorumluluklarını’ da güvence altına alıyor. Ücretli iş, ücretsiz bakım işlerini aksatmayacak bir biçimde düzenlenmekte ve kadınlardan çocuk, yaşlı ve hastaların bakımı üstlenmeyi sürdürmesi beklenmektedir. Sosyal güvenlik sistemindeki düzenlemeler bu biçimi desteklerken, ayrıca, kadınlara ek yükümlülükler getirmektedir. Kadınların yeni koşullarda istihdama katılımını ve sosyal güvenlik sistemine erişimini değerlendirirken karşımıza kadınların karşılıksız bakım emeği çıkıyor. Sonraki bölümde karşılıksız bakım emeğini inceleyeceğiz.

Karşılıksız Bakım Emeği

Kadınların iş gücüne katılımı ile sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine erişimi çocuk, yaşlı ve hasta bakımı işlerinden sorumlu tutulmalarıyla dolaysızca bağlantılıdır. Bu nedenle, sosyal güvenlik sisteminde gerçekleşen dönüşümlerin kadınlara etkisini, toplumsal üretim işlerini kadınlarla erkekler arasında eşitsiz bir biçimde dağıtan ataerkil ilişkilerden hareketle incelemeliyiz. Benzer biçimde, Daniel M. Giménez sosyal güvenlik sisteminin kadınlara etkisini incelemek için toplumsal cinsiyeti ve kadınlarla erkekler arasındaki toplumsal ilişkileri biçimlendiren ‘toplumsal cinsiyet sistemini’ çalışmanın konusu yapmak gerekir diyor (Giménez, 2005: 13). Böylesi bir yaklaşım dikkatimizi bakım emeğine yöneltmektedir.

Bakım işleri, ataerkil toplumsal ilişkiler zemininde kadınlara yüklenmektedir. Ücretsiz bakım işinin ‘kadın işi’ olarak görülmesi, cinsiyete dayalı eşitsizliklerin hem nedenlerinden birini oluşturuyor, hem de bu eşitsizliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Eşitsizliğin bir sonucu çünkü kadınlar ve erkekler toplumda eşit bireyler olarak görülmedikleri için, kadınlar toplumsal işbölümü çerçevesinde ‘değersiz’ bulunan, ücretlendirilmeyen ev işlerinden ve bakım işlerinden sorumlu tutuluyorlar. Öbür yandan bu eşitsizliğin nedeni de, çünkü toplumsal cinsiyet rolleri kadınlara ev işlerini ve bakım işlerini yüklediği için kadınların çocukluktan itibaren eğitim gibi toplumsal olanaklara erişimi ve emek piyasasına katılımı, erkeklere oranla sınırlı tutuluyor. Eğitime ve istihdama sınırlı erişim, erkeklerle kadınlar arasındaki verili eşitsizliği yeniden üretiyor. Jane Gardiner kadınlarla erkeklerin çocuk ve yetişkinlerin bakım yükümlülükleriyle ilişkisinin, ev içinde ve dışında toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün merkezi niteliğini oluşturduğunun altını çizmektedir (Gardiner, 2000 : 100). Gardiner’in belirttiği gibi, çocuk ve öbür bağımlı kişilerin bakımına yönelik bu işler, ev içi emeğin özünü oluşturmaktadır.

Bir toplumun var olabilmesi, o toplumda ihtiyaçlarını kendi başına karşılayamayacak olanların ihtiyaçlarını karşılayacak mekanizmaların geliştirilmesini şart koşar. Beslenme ve temizlik gibi ihtiyaçlarını kendileri gideremeyen çocuklar, yaşlılar, hastalar ve engelliler başka birinin bakımına ihtiyaç duyarlar. Bakım, Gülnur Acar Savran’ın (2004: 22) tanımlamasıyla, “beslenme, temizlik türünden temel kişisel ihtiyaçlarını gidermek için başkalarına ihtiyacı olan insanlara bu amaçla sunulan hizmet” anlamını taşımaktadır. Bakım işleri neslin üremesinde ve toplumun yeniden üretiminde kritik bir önem taşımaktadır.

Günümüzün ataerkil toplumunda bakım işleri esas olarak aileye havale edilmiştir ve ‘kadın işi’ olarak tarif edilmektedir. Bugün olduğu gibi, tarih içinde insan topluluklarına baktığımızda da hemen her toplumda bakım işlerinden kadınların sorumlu olduğunu görüyoruz. Toplumsal ve kültürel değişiklikler toplumsal bakım yapısını değiştirebilirken, Giménez’in vurguladığı üzere, insanlık tarihi boyunca ve her toplumsal örgütlenme biçiminde kadınların bakım emeği sağlayıcısı olması durumu değişmemiştir. Bugün küresel ölçekte, istisnasız her toplumda başlıca ve/veya tek bakım sağlayıcılar kadınlardır (Giménez, 2005: 19).

Dahası, kadınlardan, kendi ihtiyaçlarını giderebilecek durumda olan kocalarının bakımını da üstlenmeleri beklenmektedir. Kadınların kocalarına –ya da sevgililerine- ev içinde sağladığı hizmetler, kadının başka bakım yükü olsun ya da olmasın, ev işlerinin büyük bir kısmını oluşturuyor. Kadınların yarı zamanlı işlerde yoğunlaşırken, erkeklerin tam zamanlı işlerde çalışması, bu geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin yansımasıdır (Gardiner, 2000 : 98). Sosyal politikalarda ve sosyal güvenlik sistemlerinde olduğu gibi ev kadınlarının kocalara ya da babalara ‘bağımlı’ olarak nitelenmesi gerçek bağımlılık ilişkisini ters çevirmektedir; aslında bu kadınların kocaları, çocukları kadar bakım ve beslenme bakımından onlara bağımlılar (Folbre, 2003: 3). Bu nedenle Robinson ‘bakım’ işlerinin içeriğini, başkalarına bağımlı olan çocuklar, hastalar ve yaşlıların ihtiyaçlarını gidermek kadar, emek gücünün günlük bakımı ve yeniden üretimi için gerekli toplumsal yeniden üretimi içeren ücretli ve ücretsiz işlere genişletiyor (Robinson, 2006: 322)[20].

Ücretli iş kadınların bakım işini azaltmıyor. Kadınlar isitihdama katıldıklarında bile bu işlerin büyük kısmını yapmayı sürdüyorlar. İlk bakışta ücretli bir işte çalışmanın bakım işlerine ve öbür ev işlerine ayrılacak zamanı azaltacağı düşünülebilir. Oysa, ücretli iş kadınların daha çok bireysel bakım, uyku ve eğlence zamanını kısaltıyor; yemek, temizlik gibi bakım işlerinin bir kısmını ya da bu işlerin organizasyonunu yine kadınların yapması bekleniyor. ABD’de yapılan araştırmalar çalışan kadınların ‘ikinci vardiya’ ya da ‘çifte vardiya’ çalıştığını ortaya koymakta (bkz : Folbre, 2006: 184). Kadınların karşılıksız bakım emeğine evde gerçekleştirdikleri duygusal emeği eklersek, pek çok kadın iki değil üç vardiya çalışmış demektir. Deborah Lupton’un aktardığına göre Duncombe ve Marsden kadınların evde gerçekleştirdiği duygusal emeğe “duygusal evişi” diyorlar ve candanlık ve duygusal karşılıklılık arayışını, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin son cephesi olarak görüyorlar (Lupton, 2002 : 190) . Örneğin, çocuk bakımında fiziksel bakımla karşılaştırıldığında duygulanımsal yan çok daha ağır basmaktadır. Duygulanımsal emek kadınların çocuk bakımı yüklerine ek gerilimler yüklemektedir (Gardiner, 2000 : 99).

Sonuç olarak bütün dünyada toplumun bakım ihtiyacının kadınlara yüklenmesi kadın emeğinin ev içinde ve emek piyasasındaki konumunu belirlemektedir. Bununla birlikte, ülkeden ülkeye farklılık gösteren toplum politikaları, kamusal bakım kurumları, sosyo-kültürel faktörler vs. kadınların bakım emeğinin yoğunluğuna ve biçimine etkide bulunur. İzleyen alt bölümlerde genel hatlarıyla Türkiye’de çocuk, yaşlı ve hasta bakımı ile emek gücünün yeniden üretimine değinilecektir.

Çocuk bakımı

Çocuk bakımı kadınların karşılıksız ev içi emeğinin en yoğun ve en yorucu bölümünü kaplamaktadır. Ataerkil kabuller kadar kültürel olarak ‘anneliğin’ yüceltilmesi de bunda belirleyicidir. Hamilelik dönemi ve emzirme dışındaki çocuk bakımının yerine getirilmesinde kadınla erkek emeği arasında bir fark bulunmazken, çocukların bakımından neredeyse tümüyle kadınlar sorumlu tutulmaktadır[21].

Bu nedenle çocuk bakımı kadınların ücretli işte çalışmamasının başlıca nedenlerinden biridir. Karadeniz ve Yılmaz’ın (2007: 26) 2006 yılı TÜİK verilerinden aktardığına göre Türkiye’de kadınların işgücüne katılmama nedenlerinin başında (yüzde 65 oranla) ev işleri geliyor. Ev işlerinin önemli bir bölümünü çocuk bakımının oluşturduğu göz önünde tutulursa, çocuk bakımının kadınların işgücüne katılmasını engelleyen temel faktörlerden biri olduğu görülecektir. Bir diğer araştırma Türkiye’de evlilik ve doğumun, kadın işçilerin işten ayrılma nedenlerinin yüzde 70’ini, işverenin işten çıkarma nedenlerinin de yüzde 20’sini oluşturduğunu ortaya koymaktadır (Karakoyun, 2007: 37).

Kamu kurumlarının yetersizliği, iş yerinde kreş ve bakım odalarının bulunmayışı ve kreş, yuva veya bakıcı tarafından verilen hizmetin fiyatını karşılayamama, çocuklu kadınların işgücüne katılmasını engellemektedir. Kadınlar ücretli işte elde edeceği gelir, ev işleri ile çocuk bakımı masraflarını karşılamıyorsa, işgücüne katılmaktan vazgeçmektedir (Ecevit’ten aktaran, Karadeniz ve Yılmaz, 2007: 27).

Bugün, Türkiye’de devlet tarafından sağlanan kurumsal bakım hizmeti kesinlikle yetersizdir. Devletin sağlamadığı hizmetleri kadınların karşılaması beklenmektedir. Ataerkil aile vurgusuyla perçinlenen bu durum, Türkiye’de çocuk bakımını bütünüyle kadınların yüklenmesi sonucunu doğurmaktadır. Çocuklar için yuva ve kreş sayısı az olduğu için ‘anaokulu, ana sınıfı’ gibi olanaklardan yararlanan çocukların sayısı da çok düşük düzeydedir. Örneğin, 2006’da yaklaşık 700 bin kız ve 440 bin erkek çocuk okul öncesi eğitim sisteminin dışında kalmıştır[22] (TÜSİAD, 2008: 35). Okul öncesi eğitimden mahrum kalan çocukların bakımını kadınların üstlenmesi bekleniyor.

Çalışan kadınların çocuklarında da kurumsal bakımın oranı yüzde 5’ten daha düşük düzeydedir (TÜSİAD, 2008: 43). Kentlerde çalışan kadınlarda yüzde 8.9’a çıkmaktadır (Karadeniz, 2007: 32). TÜSİAD raporuna göre çalışan kadınların yüzde 37’sinin çocuğuna kendisinin baktığı gözlemlenmiştir. Bu yüksek oran annenin çocuğu işe giderken beraberinde götürdüğünü, ya da kadının ev ortamında yaptığı bir işe sahip olduğunu düşündürüyor (TÜSİAD, 2008: 43). Çocuk bakımında anneanne ve babaannelerin yeri büyüktür ve çocuklar daha çok babaannelere bırakılmaktadır. TÜSİAD raporunda bildirildiği üzere, anneleri çalışan 6 yaşından küçük çocukların beşte birine babaanneleri bakıyor. Kentlerde, çocukların bakımında babaanne ya da anneanne yüzde 7.4’lük bir pay alırken, çocukların yüzde 7,6’sına ücretli bakıcı bakmaktadır (Karadeniz ve Yılmaz, 2007: 32).

Yeni İş Yasası’nda işyerlerinde kreş açılmasını düzenleyen mevzuat kadınların çalışma hayatını kolaylaştırmak ve kadın istihdamını teşvik etmekten uzaktır. Öncelikle belirtmek gerekir ki işyerlerine yönelik düzenlemeler kadın çalışanı temel alıyor; erkekleri çocuk bakımında sorumlu görmeyerek, ataerkil cinsiyet ayrımcı düşünceyi yeniden üretiyor. İkinci olarak, Yasa’ya göre işyerlerinde bakım odası açılması için 100 ile 150 kadın işçi çalıştırılması gerekiyor. Kreş açma zorunluluğu 150’den fazla kadın işçi çalıştıran işyerlerine getirilmiş (TÜSİAD, 2008: 160). Saniye Dedeoğlu’nun dikkat çektiği üzere, Türkiye’de işletmelerin büyük çoğunluğunun 9’dan az işçi çalıştırıyor olması ve kadın çalışanların genel olarak bu küçük ölçekli işletmelerde istihdam edilmesi, yasal düzenlemelerin kadınların çalışma koşullarını iyileştirmediğinin açık bir göstergesi durumundadır. Yeterli sayının sağlandığı işyerlerinde de kreş açmak yerine cezayı ödemek yaygın bir uygulama olarak karşımıza çıkıyor. Bütün bunları düşünürken, kadın çalışanların büyük çoğunluğunun kayıt dışı işlerde istihdam edildiği gerçeğini de unutmamak gerekiyor (Dedeoğlu, 2009: 51).

Yaşlı bakımı

Güçlü ataerkil yapı yaşlıların ve hastaların evde kız/gelin ya da yakın kadın akraba tarafından bakılması gerektiğini söylemektedir [23]. Bu bakış açısı Türkiye gibi pek çok geç kapitalistleşen ülkede yaygın bir kabul[24]. Maliyetlerin yükselmesi, devletin kurumsal ve maddi destek vermemesi de yaşlı bakımını kadınların omzuna yüklüyor. Hastalanan ya da bakıma ihtiyaç duyan yaşlıların yetişkin çocuklarının yanına taşınması Türkiye’de genel bir eğilimdir. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün 2003 tarihinde yaptığı Nüfus ve Sağlık Araştırması, her on yaşlıdan yedisinin ya çocukları ile aynı evde ya da çocukları ile aynı binada, sokakta veya mahallede oturduklarını göstermektedir (aktaran TÜSİAD, 2008: 164). Bu tespit aslında yaşlı bakımında kadın emeğinin büyüklüğüne işaret etmektedir. Aslında, yaşlı bakımı ‘gelişmiş’ denilen ülkelerde de aile üyeleri ve esas olarak kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor. S.C.Eaton’un aktardığına göre 2002 yılında ABD’de yaşlı bakımının yüzde 85’i ücretsiz olarak aile üyeleri ve yakınlarca sağlanmış. Bakım sağlayan aile üyelerinin yüzde 73’ünü, -büyük çoğunluğunun ücretli bir işte çalışan olduğu- kadınların oluşturduğu tahmin edilmekte[25].

Kurumsal bakımın yetersiz, devlet desteğinin zayıf olduğu geç kapitalistleşen coğrafyalarda bakım işlerinin dayanışma ağları içerisinde gerçekleşme eğilimi ortaya çıkıyor. Türkiye’de komşuluk ilişkisinin sürdüğü yerlerde, doktora giderken çocuğu komşuya bırakmakta olduğu gibi, Çin’de de kadınlar aralarında güçlü ‘çoklu kardeşlik’ bağı kurmuşlar. Çoklu kardeşlik, genellikle, kardeş çocuklarından oluşuyor. Yaşlı anne ya da babalardan birinin bakıma ihtiyacı olduğunda, kuzen-kardeşlerden biri yanında kalarak ona bakıyor[26] (Zhan, 2005: 705). Bu örnekler bakım sorununu ailelerin dayanışma ile çözdüğünü gösteriyor. Toplumsal bağların güçlenmesi ve insanların birbirlerine yabancılaşmaması bakımından böylesi dayanışma ağları büyük önem taşımaktadır. Ancak ne var ki bu dayanışma ilişkisi sadece kadınlar arasında kuruluyor. Çocuk bakımını bir başka kadın –anneanne ya da babaanne- üstleniyor, ya da yaşlılara kuzen-kardeş kadınlar dayanışma içinde bakıyor.

Yaşlı bakımında kadınların rolü bu kadar büyükken, Türkiye’de yaşlı ve hasta bakımına yönelik kamu kurumları da ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktır ve bu çerçevedeki yasal düzenlemeler yetersizdir. Sosyal hizmetler kapsamında yaşlılara yönelik hizmetlere baktığımızda, 2010 yılında, SHÇEK’e ait 8214 kişilik kapasiteye sahip toplam 82 huzurevi bulunduğunu görüyoruz[27]. Büyük şehirlerde özel bakım kurumları da bulunmakla birlikte, yaşlıların büyük çoğunluğunun fiyatların yüksek olduğu özel bakım kurumlarında bakım görmesi olanaksızdır.

Devlet politikaları, işyerlerinde kreş açılmasına yönelik yasal düzenlemelerde olduğu gibi yaşlıların bakımı söz konusu olduğunda ataerkil normlara yaslanmakta ve ataerkil aile değerlerini öne çıkararak yaşlı bakımında kadınlara yaslanmaktadır. Devlet Bakanı Nimet Çubukçu yaşlı bakımında kurumsal mekanizmalar yerine aile bakımını tercih ettiklerini söylüyor. Çubukçu’nun “güçlü aile yapısının sosyal hizmet alanlarında sorunları çözmede devletin sorumluluklarını ve yükünü hafifletmesi[ni]” beklemesi; bunun yolunun da yaşlıların bakım kurumlarında değil, evlerde bakım görmesinden geçtiğini öne sürmesi, aile kurumunun güçlenmesi söylemi çerçevesinde esas olarak cinsiyet rollerinin keskinleşmesine hizmet ediyor ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üretmiş oluyor. Bu algı bakım işlerinin kadının sorumluluğu olarak görüldüğü aile içi eşitsiz iş bölümünü görmezden gelen nötr bir ‘aile’ tarifine dayanıyor. Ancak görünürde nötr olan bu ‘geleneksel’ aile ve tarif edilen ilişki, tam da kadını bakım işlerinden sorumlu kılan ataerkil düşünceyi yansıtıyor. Hatta Bakan konuşmasında, kurumsal bakım altındaki yaşlı sayısının düşük olmasını kamu hizmetlerinin yetersizliği olarak görmek yerine, Türkiye’nin öbür üllkelerden daha iyi konumda bulunduğunun ifade ederek, bir yandan ataerkil normların yetersiz kamu politikalarını örtmek için nasıl kullanılabildiğini gösteriyor, diğer yandan ataerkil aile yapısını olumlayarak, güçlendiriyor.

Hasta bakımı

Kadınlar ev içinde çocuk ve yaşlılarla birlikte, aile üyesi hastalara da bakıyorlar. Kadınların ev içinde, ücretli ya da ücretsiz, gerçekleştirdiği ‘evde bakım’, sağlık bakımının temelini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütünün tahminlerine göre 2000 yılında hastalık bakımının yüzde 90’ı evde yapılmıştır (aktaran, George, 2008: 83).

İnsanlığın tarihi boyunca evde bakım birincil tedavi sağlama biçimi olmuştur. Ancak günümüzde aile üyelerine sağlık bakımı veren kadınların işleri epey karmaşıklaşmıştır. Evde bakım, küratif (iyileştirici) ve palyatif (hafifletici) sağlık bakımı ile yardımcı olmanın çok ötesine geçmiş bulunmaktadır. Gastronomi tüpleri ve kolostomi torbalarından, evde kemoterapiye dek uzanan geniş bir iş yükü getirmektedir (Lilly vd., 2007: 642).

Karmaşıklaşan işlerin yanında, sağlık bakımı duygulanımsal emek içermektedir. Şili’de yapılan bir çalışma, dokuz saatlik günlük bakım süresinin sadece 40 dakikasını ilaç vermek, iğne yapmak, pansuman yapmak, sonda yerleştirmek, fizyoterapi egzersizleri gibi işlerin aldığını ortaya koyuyor. Geriye kalan üç saat hastayla ilgili ev işlerine harcanıyor. En önemlisi, 4.5 saat hastaya arkadaşlık etmek, konforunu sağlamak ve olası ihtiyaçlarını karşılayabilmek için tetikte beklemekle geçiyor. Hasta bakımını yapan aile yakını çoğu kadın hastayla aynı odada uyuyor. Bunlarla birlikte, bakım işleri düzenli bir biçimde programlanamayacağı için sürekli katılımı zorunlu kılıyor ve duygusal bağ kurmayı gerektiriyor (George, 2008: 83).

Bakım işleri kadınlara finansal bir yük de getirmektedir. Hastalık bakımında, sosyal güvencenin yetersiz olduğu durumlarda, masraflar kadınların üzerine yüklenmektedir. Yetişkin kardeşler arasında yaşlı ve hasta bakımınında masraflar bölüşülürken, çoğu durumda cinsiyetçi işbölümü devreye girmekte. Para kazanan erkek kardeş masrafların büyük kısmını üstlenirken, bakım işi kız kardeşe kalmaktadır. Türkiye ve Çin’de olduğu gibi. ABD’de yetişkin oğullar ve kızlar sağlık sigortası olmayan ailelerinin bakım masraflarını paylaşırken, Çin’de bakım masraflarını nihai olarak oğullar karşılar (Zhan, 2005: 697)[28].

Sınıfsal kompozisyonlara bağlı olarak bazı kadınlar ev içinde ücretli bakım hizmeti alabiliyorlar. Nispeten yüksek gelirli bir işte çalışan ya da aile geliri yüksek olan veya iyi eğitimli kadınların bu hizmetleri karşılayabildikleri görülüyor (Folbre, 2006: 185).

Türkiye’de son on yıldır ücretli bakım emeği bağlamında yeni bir olgu karşımıza çıkmaktadır – göçmen kadın emeği. Türkiye uzun bir dönem boyunca erken kapitalistleşen ülkelere göçmen işçi gönderen bir ülkeyken, 1980 sonrasında göç almaya başladı. Göçmen işçiler arasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Moldovya gibi ülkelerden iş bulmak umuduyla gelen kadınlar önemli bir sayıyı oluşturuyor[29].

Göçmen kadınlar genellikle yasa dışı çalışmaktalar[30]. Bunların arasında Moldovyalı kadınlar öne çıkıyor. Orta ve üst sınıftan aileler Moldovyalı kadınları yaşlı bakımında olduğu kadar çocuk, hastaların bakımında çalıştırmak üzere kiralıyorlar (İçduygu, 2003: 28).

Göçmen kadınların çoğunluğu evlerde yatılı olarak çalışmaktadır. Bu durum özellikle göçmenliğin ilk aşamasında barınma sorununu çözmekle birlikte, çok uzun çalışma sürelerini de beraberinde getiriyor. Kadınlar sadece çocuk ve yaşlı bakımı işi ile uğraşmamakta aynı zamanda evin temizlik, yemek gibi gündelik işleri de yerine getirmekteler (Gökbayrak, 2009: 74)[31].

Emek gücünün yeniden üretimi

Kadınların karşılıksız bakım emeğinin bir diğer bileşenini kocalara -ve ücretli çalışan diğer aile üyelerine- sağladıkları bakım işleri oluşturuyor.

İnsanın çalışma kapasitesi veya emek harcama potansiyeli biçiminde tarif edebileceğimiz emek gücünün kendisi kapitalist toplumda meta karakteri kazanmıştır. Ancak emek-gücü, yeniden üretimi bütünüyle kapitalist üretim yoluyla gerçekleşmeyen bir metadır. Beslenme, temizlik, dinlenme, sağlık bakımı, barınmaya yönelik hizmetler gibi emek gücünün yeniden üretim gereksinimlerinin büyük bölümü ev içinde, kadınların (anne, karı, kızkardeş) ücretsiz emeği ile karşılanmaktadır. Sağlık ve eğitim gibi kamusal olarak sunulan hizmetlere erişim de ücretsizdir.

Önceden kamu hizmeti olan sosyal güvenlik ve kamusal sağlık hizmetlerinin metalaştırılması, emek gücünün yeniden üretiminin metalaştırılmasına yönelik uygulamalar olarak görülmelidir. Sosyal güvenlik, sağlık -ve eğitim- bundan böyle kamu hizmeti değildir ve bu hizmetlere erişim bireysel katkılarla olanaklı hale gelmiştir.

Ancak, sosyal güvenlik ve sağlığın metalaşması, emek-gücünün yeniden üretiminin ne ölçüde kapitalist koşullarda gerçekleşmesi anlamına gelecektir? Nancy Folbre, ailenin pek çok işlevi zamanla ‘piyasalaşsa’ da, aile, bireylerin bakım, eğitim, beslenme ihtiyaçlarının karşılanmasında –emek gücünün günlük olduğu kadar uzun dönemli yeniden üretimini de sağlayan başlıca kurum olmayı sürdürüyor, diye yazmaktadır (Folbre, 2003: 97).

Bir kere kadınlar ev içinde yemek yapmak, temizlik gibi bakım işlerini yapmayı sürdürdükçe emek gücünün yeniden üretim ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü karşılamış olacaklar. Sağlık hizmetlerinin metalaşması bir yandan emek gücünün yeniden üretimini meta ilişkilerine çekmekte ve artan maliyeti karşılamak için kadınları çalışmaya mecbur etmekte; öbür yandan sağlık hizmetlerinin bir bölümünün ev içinde ücretsiz kadın emeği ile karşılanması sonucunu doğurmaktadır. Ücretli çalışan aile üyesi hastalandığında bakım masraflarının yükselmesi, tansiyon ölçme, iğne yapma, pansumandan, serum takmaya pek çok bakım işini kadınların yerine getirmesine yol açmıştır. Dolayısıyla, emek gücünün yeniden üretimi meta ilişkilerine çekilmekle birlikte, kadınların emek gücünün yeniden üretimindeki işlevi büyümektedir.

Sonuç olarak kadınları ev işleri ve bakım işleri ile toplumun yeniden üretimini sürdürüyor, emek gücünün yeniden üretimine katkı sunuyorlar. Ücretsiz olarak sağladıkları bu emek süreci, kadınların toplumsal ilişkilerdeki ve emek piyasasındaki konumunu da belirliyor. Bir kez daha belirtmekte yarar var; aile üyelerinin ihtiyaçlarını karşılamak, yaşlı ve hastalara bakım emeği sunmak kendi başına olumsuzluk taşımıyor; sorun bu işleri sürekli ve ve sistematik olarak kadınların yapmasının beklenmesidir. Çünkü bu işleri kadınlar ücretsiz olarak sunuyorlar ve emekleri ‘çalışma’ olarak değerlendirilmiyor. Ayrıca ev işlleri ve bakım emeği kadınların günlük yaşamda büyük bir zamanını alarak, hem kendi bireysel yetilerini geliştirmelerine hem de ücretli bir iş edinmelerine engel oluyor. Örneğin TUIK’in 2006 yılına ait zaman kullanım araştırmasının sonuçlarına göre Türkiye’de kadınlar ev işi ve aile üyelerinin bakımı için günde ortalama 5 saat 17 dakika harcıyorlar. Erkekler ise bu işlere ortalama 51 dakika ayırıyorlar. Ücretli bir işte çalışmayan erkeklerde bu süre sadece 20 dakika uzuyor. Ücretli bir işte çalışan kadınlar için evişleri ve ücretsiz bakım hizmeti çok kısalmış görünmüyor, bu işler kadınların günde ortalama 4 saat 3 dakikasını alıyor. Ücretli işler söz konusu olduğunda bu ilişki tersine dönüyor; erkekler ekonomik aktivite için 6 saat 8 dakika harcarken, kadınlar için bu süre 4 saat 19 dakika (Turkstat, 2007).

Bir sonraki bölümde sosyal güvenlik sistemindeki yeni düzenlemelerin kadınlara etkilerini, karşılıksız bakım emeği bağlamında inceleyeceğiz.

Sosyal Güvenlik Sisteminde Yeni Düzenlemeler Çerçevesinde Karşılıksız Bakım Emeği

Son yıllarda Sosyal Güvenlik sistemini yeniden yapılandıran Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasası[32], katkı payı, özel sağlık kurumları, özel bireysel emeklilik sistemi gibi uygulamalar getirilmiştir. Bu uygulamalar kadınları doğrudan etkilediği gibi, toplumun diğer kesimleri üzerindeki çeşitli etkileri yoluyla da kadınların yaşamına etkide bulunmaktadır. Sosyal güvenlik sisteminde ve bu sistemin parçalarında giderek daha fazla bir metalaşmadan bahsedilebilir. Bu bile kendi başına kadınları hem hizmetlerin alıcı hem de sağlayıcı olarak çok yakından etkilemektedir. Şimdi bu etkilerin neler olduğunu incelmeye çalışalım.

Mevcut sosyal güvenlik sisteminin erken emeklilik, yüksek işsizlik oranı, yüksek emeklilik kazançları, kısa katkı dönemi, aidatları toplamada sistemik hatalar yüzünden işlemediği, sosyal güvenlik sisteminin[33] maliyetlerinin şiştiği ve devletin üzerine büyük yük bindirdiği, bu nedenle yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu uzun zamandır iddia ediliyordu (Elveren, 2008: 39; Kar ve Elveren, 2008: 70). Sosyal güvenlik sistemine katılanların katkıları yükseltilmeli ve maliyetleri düşürülmeliydi; yani katkı döneminin uzatılması, kazançların kısılması gerekiyordu (Coşar ve Yeğenoğlu, 2009: 40). Buradaki amaç temel hak olan sağlık ve sosyal güvenliğin kamusal hizmet olmaktan çıkarılması ve piyasada alıp satılan bir meta haline getirilmesi idi. Böylece sermaye için de yeni bir değerlenme alanı açılmış olacaktı. Nitekim özel hastaneler, klinikler, laboratuvarlar, görüntüleme merkezleri, özel sağlık sigortası ve bireysel emeklilik sistemleri giderek yaygınlaştı.

Yeni düzenlemelerle çalışanların prim ödeme gün sayısı arttırılarak, yaş koşulu yükseltilerek katkı dönemi uzatılmış; emeklilik aylığı düşürülerek, kısmi aylık bağlama koşulları ağırlaştırılarak sosyal güvenlik sisteminin çalışanlara sağladığı kazançlar azaltılmıştır. Örneğin, 7000 gün olan prim ödeme süresi 9000’e çıkarılmış, sonra yapılan düzenlemelerle 7200 güne çekilmek zorunda kalınmıştır. Emeklilik için yaş koşulu kadınlar ve erkekler için 65 yaş olarak belirlenmiştir (Ulutürk ve Dane, 2009: 136).

Düzenlemelerin kadınların sosyal güvenlik sistemine ve sağlık hizmetlerine erişimini daha da güçleştirdiği bir çok çalışmada gösterildi (Ergüneş, 2009; Yaman Öztürk vd., 2010; Dedeoğlu, 2009; Ulutürk ve Dane, 2009; Coşar ve Yeğenoğlu, 2009; Kar ve Elveren, 2008). Bu çalışmaların da ortaya koyduğu gibi, sağlık ve bakım maliyetlerinin yükselmesiyle, kadınlara yüklenen çocuk, yaşlı ve bakım işi yükü ağırlaştı.

İzleyen alt bölümlerde sosyal güvenlik sisteminde gerçekleşen dönüşümün kadınlara etkilerini ele alacağım. Bu bölüm boyunca yeni düzenlemelerin sermaye birikimi sürecinde ortaya çıkan yeni eğilimlerle uyumlu olduğunu ve ataerkil bağları güçlendirici nitelik taşıdığını savunuyorum. İlk olarak, yaşanan dönüşümün kadınların sosyal güvenlik sistemine ve sağlık hizmetlerine erişimini güçleştirdiğine dair kısa bir özet bulacaksınız. Ardından, yeni düzenlemelerin kadınlarla erkekler arasındaki gerçek eşitsizliği görmezden gelen, biçimsel bir eşitlik öngördüğünü; bu yaklaşımın kadınların ev içindeki ve emek piyasasındaki konumunu daha da kötüleştirdiğini göreceğiz. Bunu izleyen alt bölümde, sosyal güvenlik yasası ile iş yasasının karşılıklı bağlantısına değineceğim ve iş yasası ile birlikte düşünüldüğünde, yeni düzenlemelerin kadın emeğini, sermaye ve ataerkilliğin rasyonelerine göre, emek piyasasında ve bakım işlerinde nasıl merkezi bir yere yerleştirdiğini göstermeye çalışacağım.

Sosyal Güvenlik ve Sağlık Sistemindeki Düzenlemelerin Kadınlara Etkisi

Yeni düzenlemeler kadınların sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerine erişimini daha da güçleştirmiş, kadınların mevcut güvencesizliğini ve yoksulluğunu artırmıştır[34]. Türkiye’de kadınların istihdama katılımının epey düşük olduğunu, ücretli çalışan kadınların büyük çoğunluğunun enformel işlerde istihdam edildiğini, kadınların ücretlerinin erkeklerden daha düşük olduğunu görmüştük. Verili koşullarda pek çok kadın zaten sosyal güvenlik sisteminin dışındadır ve sağlık hizmetlerinden dolaysızca yararlanamamaktadır. Sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılanması ise maliyeti yükselterek kazançları daha da azaltmıştır. Buna karşılık gelirleri erkeklerden daha düşük olan kadınların katkı payını karşılaması, ayrıca bireysel emeklilik sisteminden, özel sağlık hizmetlerinden yararlanması çok zor görünmektedir.

Evlenmek pek çok kadın için sosyal güvenlik sisteminden ya da özel sağlık hizmetlerinden yararlanmanın bir aracı olarak belirmektedir. Sadece Türkiye’de değil birçok ülkede kadınlar evlilik yoluyla sosyal güvenlik sisteminin kapsamına girebiliyor. Ancak her ülkede kadınların kocaları ile eşit kapsamaya sahip olmadığını görüyoruz. Türkiye’de kadınlar, bağımlı kılındıkları sigortalı hayatta iken, sadece hastalık ve çok sınırlı olarak da analık sigortasından yararlanabilmekteler; birey ve yurttaş olarak karşılaşabilecekleri yaşlılık, malûllük gibi ihtiyaç durumlarında sosyal sigortanın güvencesi altında değiller[35] (KEİG, 2008: 18). Dolayısıyla bu sistem kadınları kocalarının gelirine daha muhtaç ve bağımlı hale getiriyor.

Kadınların büyük çoğunluğunun sosyal güvenlik sisteminden dışlanmasının nedeni, sosyal güvenlik sisteminin ‘çalışma’ esasına dayanmasıdır [36]. Herşeyden önce, sadece ücretli iş ‘çalışma’ olarak tarif edilmektedir ve böylece ev işleri ve bakım işlerini ücretsiz olarak sağlayan kadınların emekleri görünmez kılınmaktadır. Yani, ev kadınlarının ya da çalışan kadınların ev içinde aile üyelerine, hasta ve yaşlılara karşılıksız olarak sağladığı bakım hizmeti sosyal güvenlik sistemine dahil edilmiyor. Bu nedenle kadınlar çocuk, hasta ve yaşlılara bakmalarının cezası olarak ücretli işe katılamadıkları gibi, sosyal güvenlik sisteminin sağladığı ‘gelecek ücreti’nden de faydalanamıyorlar (MacDonald, 1998: 9). Dolayısıyla, ne ücretli çalışan kadınların ev içi yükleri ne de istihdama katılamayan ‘ev kadınları’ sistemde yer bulabiliyor.

İkinci olarak, çalışan kadınların büyük bölümü enformel işlerde çalışıyorlar. Genellikle küçük üretim atölyelerinde kayıt dışı istihdam edilen ya da ev eksenli işlerde çalışan kadınlar da sosyal güvenlik sisteminin dışında kalmaktalar. Ayrıca, kadınların yarısı tarımda ve az olmayan sayıda kadın da aile işletmelerinde ücretsiz aile işçisi olarak çalıştırıldıkları için sosyal güvenceleri bulunmuyor.

Bütün bu kadınlar sadece kocaları ya da babaları sosyal güvenlik sistemine dahilse, onlara bağlı olarak sosyal güvenlik hizmetlerinden faydalanabiliyorlar. Bugün Türkiye’de 15 yaş üzerindeki 25 milyon civarındaki kadın nüfusunun 17-18 milyonluk kesimi koca, baba (çok daha küçük bir oranla anne) ya da belirli sınırlılıklarla oğul-kız üzerinden sosyal güvenlik sistemine erişebilmektedir (KEİG, 2008: 17). Türkiye’de yaşlı erkek nüfusun yüzde 46’sının ana geliri emekli maaşı iken, kadınlar için bu oranın sadece yüzde 6 olması düşündürücüdür. Gelir kaynağı olarak dolaylı emekli maaşı alan kadınların oranı yüzde 16’ya çıkmaktadır (Ünlütürk Ulutaş, 2008: 33-34).

Sosyal güvenlik sisteminden yararlanmayı olanaklı kılan bu uygulamanın aynı zamanda kadının kocaya ve/veya babaya bağımlılığını pekiştirici etkide bulunduğunu görmezden gelemeyiz. Bu yapı kadının emek piyasasına katılmasını olumlamayarak, eve dönmesini destekleyerek, ataerkil normlara yaslanan rolleri yeniden üretmektedir. Birçok ülkede sosyal politikalar aileye bir bütün olarak yaklaşıyor ve ‘evin ekmeğini kazanan’ erkek ve ücretli bir işte çalışmayan, erkeğe bağımlı kadından oluşan çekirdek aile varsayımına dayanıyor[37]. Bu yapı içerisinde kadınlar birey olarak değil, eş ya da anne olarak yer bulmaktalar[38]. Aile içi eşitsizliklerin dikkate alınmadığı bu yaklaşım kadınlar için iki önemli olumsuzluk barındırıyor (MacDonald, 1998: 3). Birincisi, kadınların ve erkeklerin durumlarının eşit derecede iyi olduğu ve ailenin kazanımlarından eşit pay aldıkları varsayılmakta. İkinci olarak işsizlik sigortası gibi ücrete bağlı kazanımların bütün aileyi desteklediği düşünülüyor ki bu ücrete kadınların erişiminin olduğu kesinlik taşımıyor. Bu nedenle, sosyal politikalar belirlenirken aile içi eşitsizliklerin dikkate alınması gerekli.

Ancak bu sorunun çözümü kadınların sosyal güvenlik sisteminden dolaylı olarak yararlanmasının önüne geçmek olmamalı. Çünkü eğer kocaları, babaları, çocukları sigortalı değilse bu kadınlar bütünüyle sistem dışına itiliyorlar. Sosyal güvenlik sisteminin dışına itilmeleri, kadınları malûllük, yaşlılık, işsizlik, hastalık gibi risklere karşı korumasız bırakıyor ve yoksulluğa itiyor. Çağla Ünlütürk Ulutaş’ın (2008: 33) tespit ettiği gibi, sosyal güvenlikten yoksunluk kadın yoksulluğunun en açık göstergesi durumundadır. Bu nedenle, önerilecek çözüm yolu, kadınların her türlü emek etkinliğinin sosyal güvenlik sistemine dahil edilmesi, eşit işe eşit ücret almaları ve güvenceli koşullarda çalıştırılmalarının koşullarının sağlanmasından geçiyor. Kadınların ev içinde ücretsiz olarak sunduğu bakım ve öbür ev işleri sosyal güvenlik sisteminde yer bulmalı; tarımda ve imalat atölyelerinde ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınlar sisteme dahil edilmeli ve enformel istihdamın önüne geçilmelidir.

Biçimsel Eşitlik mi, Gerçek Eşitsizlik mi?

Düzenlemeler tarımda, atölyelerde ücretsiz çalışan, ev içinde ücretsiz bakım emeği sunan kadınları sosyal güvenlik sistemine konu etmediği gibi, kadınların eski yasada yer alan bazı kazanımlarını da geri almaktadır. Örneğin sigortalının vefatından sonra hak kazanma koşullarının ağırlaştığını görüyoruz. Daha da önemlisi, sigortalının 25 yaş üzerindeki kız çocuklarına sistemden yararlanabilmek için prim ödeme zorunluluğunun getirilmiş olmasıdır (KEİG, 2008: 22).

Dolayısıyla yeni yasa önceki yasada kadınlara tanınan güvencelerin bir bölümünü kaldırarak, kadınları erkeklerle görünürde ‘eşit’ bir statüye getirmeyi amaçlamaktadır. Emeklilik yaşının kadınlar ve erkekler için (2048 sonrasında) eşitlenmesi de buna örnek olarak gösterilebilir (Coşar ve Yeğenoğlu, 2009: 44). Bir çok ülkede benzer eğilim söz konusudur. Örneğin 46 Avrupa ülkesinin çoğunda kadınların erkeklerden daha erken emekli olması yönündeki eski düzenlemelerin kaldırılarak, emeklilik yaşlarının eşitlenmesi öngörülmektedir. S. Ulutürk ve K. Dane’nin aktardığına göre, 2004 yılındaki düzenlemeler göz önüne alındığında, OECD üyesi ülkelerden sadece İsviçre’de kadınlar erkeklerden daha erken emekli olma hakkını koruyor olacaklar[39] (Ulutürk ve Dane, 2009: 138).

Biçimsel eşitlik, kadınlarla erkekler arasındaki verili eşitsizliği görmezden gelen, toplumsal ilişkiler içerisinde eşit olmayan kadın ve erkeğe ‘eşitmiş’ gibi davranan bir bakış açısı üretiyor. Yasanın toplumsal cinsiyet temelli bir yorumunu yapabilmek için, yasanın varsaydığı ‘görünürdeki’ eşitliğin ötesine geçip bakmak gerekiyor. A. Barrientos, J. Gideon ve M. Molyneux’nün (2008 : 770) vurguladıkları gibi, toplumsal cinsiyet rolleri ve normları, kadın ve erkeğin yaşamları boyunca farklı risklere ve şoklara maruz kaldıklarını ve bunları farklı deneyimlediklerini gösterir. Bu nedenle, birincisi kadınlarla erkeklerin sosyal korumayla ilgili olarak farklı ihtiyaçları bulunuyor. Ayrıca kadınlara yüklenen toplumsal yeniden üretim işlerinin, yani ücretsiz bakımı emeğinin ve ev işlerinin dikkate alınması gerekiyor (MacDonald, 1998: 6).

Lanyan Chen ve Hilary Standing (2007: 191), erkeklerle kadınlara eşitlik düşüncesiyle yaklaşmanın, örneğin, sağlıkta eşitlik üretmek zorunda olmadığını belirtiyorlar. Çünkü, biyoloji ve toplumsal ilişkiler, toplumsal cinsiyete bağlı özgül ihtiyaçlar yaratmaktadır; bu ihtiyaçlar, belirli sağlık koşullarından, kültürel olarak oluşturulmuş eğilimlerden, tedavi ve bakıma erişimdeki eşitsizliklerden ve sağlık kaynaklarına ve sağlık sigortasına formel erişimdeki eğilimler gibi yapısal etkenlerden kaynaklanır, diyorlar. Örneğin kadınlar kadın olmalarından kaynaklanan özel sağlık hizmetine gereksinim duyuyorlar. Kadın bedeni toplumun yeniden üretiminde onlara temel bir görev yüklemiştir: Neslin üretimi. Hamilelik, doğum ve emzirme, neslin üremesinde kadın emeğinin özgül işlevlerini oluşturmaktadır. Kadının bedenine ve bu özgül işlevlere bağlı olarak kadınlar özgül sağlık hizmetlerine gereksinim duyuyorlar[40]. Gebelik, doğum, doğum sonrası komplikasyonlar, istenmeyen gebelikler ile isteyerek yapılan düşükler (bunlara menopozal semptomlar, enfenksiyonlar, yumurtalık ve rahim kanserleri gibi hastalıkları da ekleyebiliriz) kadınların sağlığını özel bir ilgiye zorunlu kılıyor. Sağlık hizmetlerinin yetersiz ve bunlara erişimin güç olduğu durumlarda, gebelik ve doğum, kadınların sağlığı ve yaşamı açısından ciddi riskler barındırabiliyor. Örneğin gebeliğe bağlı ölümlerin ‘gelişmiş’ ülkelere oranla Türkiye’de 10 kat fazla görülmesi, Türkiye’de kadınların yetersiz sağlık hizmetinden ötürü yaşadığı sağlık sorunlarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Sağlıklı nesillerin yetişmesi bakımından da kadınların özgül sağlık hizmetlerinin en iyi biçimde karşılanması gerekli[41]. Çünkü, gebelik ve doğumda ortaya çıkan olumsuzluklar, çocuk sağlığını dolaysızca etkileyen sonuçlar doğurabiliyor. Kadınların sınıfsal pozisyonu ve eğitim durumunun sağlık hizmetlerine erişimde belirleyici olduğunu görüyoruz. Örneğin eğitim düzeyi çok düşük olanlar arasında doğum öncesi bakım alma yüzde 37.6 ve sağlıklı doğum oranı yüzde 54.8 iken ortaokul ve üzerinde öğrenim görmüş olanlarda bu oranlar sırası ile yüzde 96.0 ve yüzde 99.7 düzeyindedir (TTB, 2008). Buna ek olarak, kadınların fiziksel ve psikolojik şiddete maruz bırakılması, ev içi şiddet ile ‘töre’ cinayetleri kadın sağlığını ve yaşamını ciddi biçimde tehlikeye sokuyor. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele ile birlikte, sağlık hizmetlerinin de kadın sağlığını tehdit eden verili şiddeti dikkate alarak düzenlenmesi gerekmektedir.

Yeni düzenlemeler eski uygulamalardan farklı olarak kadınlara toplumda bağımsız bireylermiş gibi yaklaşıyor demiştik; ancak bu durum kadınların emek piyasasında ve ev içindeki eşitsiz konumunu göz ardı etmektedir. Eski sistem kadınların kendileri çalışan ve evli olmadığı durumda, sağlık hizmetinden babalarına bağlı olarak yararlanmalarına izin veriyordu. Yeni yasa, erkeklerin 18 yaşından sonra ailelerine bağlı sağlık sigortası kapsamından çıkarılması gibi, kadınların da ailelerine bağlı sağlık sigortası kapsamında yer almasına olanak tanımıyor. Ancak, bu yaklaşım kadınların emek piyasasında ve toplumsal kaynaklara erişimde eşitsiz konumlarını ve ev içinde onlara yüklenen bakım emeği işlerini görmezden gelen, hatta üzerini örtmeye yarayan bir işlev görmektedir. Gülnur Acar Savran’ın dediği gibi eski yasa kadınların aileye bağlılığını ve ev dışında çalışmamasını öngörüyor ve ataerkil kabulleri yeniden üretiyordu (Acar Savran, 2008). Yeni yasa ise emeklilik yaşını, prim ödeme süresini, sosyal güvenlik bakımından aileye dayanmayı kadınlar ve erkekler için eşitleyerek, soyut bir eşitlik getiriyor. Metalaşan sağlık hizmetlerinin bakım emeğini kadınların üzerine yüklemesi ile birlikte düşünüldüğünde, kadınların ev içindeki yükü ağırlaşırken, yeni sosyal güvenlik sistemi emek piyasasındaki yüklerini de ağırlaştırmış oluyor. Kadını ‘bağımsız’ bir birey olarak görerek eski haklarını budayan yeni düzenlemeler, aslında kadını güvencesiz bırakıyor ve çocuk ve yaşlıların bakımından sorumlu tutarak ataerkil bağları güçlendiriyor.

Kadın İstihdamı ve Bakım Emeği

Yapılan düzenlemeler kadınlar için ikili bir anlam taşıyor. Bir yandan kadınlar eski uygulamalardan farklı olarak erkekle aynı statüde görülmekte ve kadınların ailelerine bağlı olmaksızın, kendi sosyal güvenceleri üzerinden sağlık hizmeti almaları öngörülmektedir. Bu düşünce sosyal güvenlik sisteminde katkı payının arttırılması hedefine yaslanıyor : Katkı payının miktar olarak yükseltilmesinin yanında, katkı payı ödeyen sayısı da artırılmış oluyor. Ayrıca sosyal güvenliğin kamusal hizmet olmaktan çıkarılarak metalaştırılması eğilimiyle de uyumlu. Tabi ki, -sosyal güvenlik sistemi ücretli çalışma esasına dayandığına göre- kadınların çalışma hayatına çekilmesi gerekli. Önceki bölümde tartıştığımız üzere Yeni İş Yasası, gece çalışmasını kadınlar için olanaklı hale getiren hükümlerde olduğu gibi, kadınları sermayenin ihtiyaçları uyarınca istihdam etmeyi hedefleyen uygulamaları içeriyordu. Görüldüğü gibi sermaye birikiminin dinamikleri emek süreçlerinin düzenlenmesinde olduğu kadar sosyal güvenlik sisteminde de karşılık buluyor.

Diğer yandan, sosyal harcamaların kısılması, sağlık kurumlarının özelleştirilmesi, sağlık hizmetlerinin meta ilişkilerine çekilmesi kamusal sağlık ve bakım hizmetlerine erişimi güçleştirerek, kadınların karşılıksız bakım emeğinin önemini artırmaktadır. Bu koşullarda kadınların bakım işleri artmakta ve yoğunlaşmaktadır. Martinez Franzoni’nin Latin Amerika ülkeleri üzerinde yaptığı araştırmanın gösterdiği gibi, nüfusun önemli bir bölümü toplumsal risklere karşı ne devletin sağladığı hizmetlerden yararlanabiliyor ne de emek piyasası üzerinden bu hizmetlere ulaşabiliyor. Bu nedenle aileye dayanıyorlar. Aileye dayanmak, kadın emeğine dayanmak demek. (Martinez Franzoni, 2008: 87). Kamu hizmetleri ne kadar yetersizse kadınların ücretsiz ev işleri o kadar uzuyor.

Ayrıca çocuk, hasta ve yaşlı bakımı için kamu kurumlarının yetersiz olması da bakım işini acil bir sorun olarak gündeme taşıyor. Kadınların ev bütçesine katkı koymak ve/veya yetersiz kamu hizmetlerini dengelemek üzere ücretli işe girdiği durumda, kadınların ücretli ve ücretsiz emek miktarı en yüksek noktaya ulaşmaktadır (Martinez Franzoni, 2008: 88). Peki ama kadın istihdamı artırılırken, kadınlar çocuklara, yaşlılara ve hastalara nasıl bakacaklar?

Yukarıdaki sorunun yanıtı Yeni İş Yasası’nın kadınlar için tasarlandığını öne süren iddialarda örtük biçimde dillendirildi. Evet yasa kadınların istihdamını arttırmayı hedefliyor. Ancak kadın istihdamını sermayenin gereklerine göre ve ataerkil normlar çerçevesinde artırmayı öngörüyor. Esnek üretim sermayenin ‘keyfi tavrını’ garanti edecek, aynı zamanda kadınların ücretsiz ev işlerini ve bakım işlerini sürdürmesini olanaklı kılacak. Kısmi süreli çalışan ücretlilerin yaklaşık yüzde 60’ının kadın olması bu hedeflerin gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor.

Bu uygulamalara öbür taraftan baktığımızda, yeni uygulamaların kadınları hangi koşullarda olursa olsun ücretli işte çalışmaya mecbur kıldığını görüyoruz. Yükselen primler, katkı payı uygulamaları, aileye bağlı sağlık sigortasından faydalanamama gibi düzenlemeler, kadınları zor koşullar altında çalışmaya mecbur etmektedir. Ya da kadınlar en azından sosyal güvenlik sisteminin çalışanlara yüklediği artan maliyetleri karşılamak için, kocanın gelirine ek olarak enformel ya da yarı zamanlı işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla kadınların istihdamı ev içinde çocuk ve yaşlılara bakım sağlamayı sürdürmelerini dışlamıyor; aksine bu işlerin yanında esnek biçimler altında ücretli işe katılımını savunuyor.

Ancak bu durumda yeni bir sorun belirmektedir. Yeni İş Yasası esnek üretim ve enformel işlerin yaygınlaşmasına zemin hazırladığına göre, kadınların enformel işlerde giderek daha fazla istihdam edilmesi, onları sosyal güvenlik sisteminden daha fazla dışlamayacak mı? Ayrıca yarı zamanlı işlerde çalışan kadınlar emeklilik için gerekli olan prim ödeme süresini nasıl dolduracaklar? Unutmayalım ki süreli çalışan ücretlilerin yaklaşık yüzde 60’ını kadınlar oluşturuyor.

Yasanın çelişkisi bu! Yeni düzenlemeler ne özel olarak kadınları istihdam etmeyi amaçlamakta, ne kadınları sosyal güvenlik şemsiyesi altına almayı öngörmekte, ne de kadınları özgürleştirmeyi ve erkeklerle eşitlemeyi hedeflemektedir. Tersine, ucuz iş gücü kaynağı olarak görülen kadınların aynı zamanda çocuk, yaşlı ve hastalara bakımı sürdürmesi beklenmektedir. Bu düzenlemeler kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizliği görmezden gelerek, daha da büyütmektedir. KEİG Raporu’nda vurgulandığı gibi, bu düzenlemeler, “toplumda kadınlar ve erkekler arasında varolan eşitsizlikleri derinleştirmeye ve artırmaya yöneliktir”; “özgürleştirici değil, tam tersine kadınların üstündeki sosyal kontrolü artırıcı bir rol oynayacaktır. Son yıllarda kadın-erkek eşitliğine yönelik … atılmış bazı olumlu adımlar ekonomik ve sosyal açıdan güvencesizleştirici/yoksullaştırıcı tercihlerin tehditi altında sönümlenebilir” (KEİG, 2008: 8).

İş yasasında ya da sosyal güvenlik yasasında olduğu gibi kadınlar ile erkekleri ‘eşit’ görerek kadına sadece bir ‘işçi’ gibi yaklaşan uygulamalar yerine; kadın emeğini özgüllükleriyle ele alan; kadınların beklentilerini ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik; ev içinde ve toplumda ücretsiz bakım emeğinin kadınlarla erkekler arasında çok eşitsiz biçimde dağıtıldığını dikkate alan bir yaklaşım geliştirmek gerekli. Fiona Robinson’un altını çizdiği gibi, işçi haklarına dayalı bir çerçeve, kadınların ‘işçi’ olarak ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktır. Bunun yerine kadınları bakım işlerinin onlara yüklendiği ataerkil toplumsal ilişkiler içerisinde yer alan ‘çalışan ve bakım emeği sağlayan’[42] kadın olarak kavramlaştıran bakım etiğine dayalı politikalardan hareket etmek, daha açık bir etik ve kavramsal çerçeve oluşturmaya yardımcı olacaktır (Robinson, 2006: 331).

Son Söz

1980’lerden bu yana dışa açılan Türkiye’de sermaye birikiminin 2000’li yıllarda eriştiği yeni aşamada kadın emeğine iki kritik işlev yüklenmektedir : Kadınları ücretli işe çekecek koşullar oluşturularak, esnek üretim süreçlerine ‘elverişli’ emek gücü yaratılmakta; aynı zamanda kadınların ev işlerini ve bakım işlerini karşılamayı sürdürmesi istenmektedir. Dahası, sosyal güvenliğin ve sağlık hizmetlerinin metalaştığı koşullarda artan bakım işlerini kadınların ücretsiz olarak karşılaması beklenmektedir.

Sosyal güvenlik ve sağlık hizmetlerinin metalaştırılması ile iş yasasında kadın istihdamına yönelik düzenlemeler birbirini tamamlar niteliktedir. Bir yandan sağlık ve bakım masraflarının yükselmesi, çocuk, yaşlı ve hasta bakımını kadınların ellerine bırakıyor. Öbür yandan bundan böyle ailesine bağlı olarak sosyal güvenlik sistemine erişemediği için, yeni düzenlemelerle yükselen sağlık ve prim maliyetlerini karşılayabilmek ya da bu maliyetlerin karşılanmasında kocanın gelirine katkı koyabilmek için kadınların, artan bakım işlerine ek olarak, ücretli işte çalışması zorunlu hale gelmiş durumdadır. Bu koşullar onları, buldukları işte, kötü çalışma koşullarına ve düşük ücretlere rağmen çalışmaya mecbur bırakıyor. Esnek ve enformel istihdamın yaygınlaşmasını güçlendiren bu eğilimler, iş yasasında karşılık bulmaktadır : Esnek emek süreçlerine yasal düzenlemeler getirilerek, kadınlar, ücretsiz bakım işlerinden arta kalan zamanda, istihdama çağrılıyor. Özetle, bu süreç kadınların ev içindeki ve emek piyasasındaki yüklerini artırmaktadır. Ataerki ve sermayenin ihtiyaçları uyarınca oluşturulan bu düzenlemelerin, ataerkillikle sermaye arasındaki ilişkiyi de güçlendirdiğini belirtmek gerek. Yeni düzenlemeler, kadınların yeniden üretim işlerinden sorumlu görülmesini olumlayarak, cinsiyete dayalı işbölümünü yeniden üretmektedir.

KAYNAKÇA

Acar Savran G. (2008), Sosyal Güvenlik Reformu Karşısında Feminist Politika, http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/103960-sosyal-guvenlik-reformu-karsisinda-feminist-politika

Acar-Savran G. (2004), Beden Emek Tarih : Diyalektik Bir Feminizm İçin, Kanat Yayınları

Akın A. (2009), Sağlıkta Eşitsizlik Ne Demek?, http://www.medimagazin.com.tr/mm-saglikta-esitsizlik-ne-demek-ky-52231.html, indirilme tarihi, 25.01.2010

Barrientos A., Gideon J. ve Molyneux M. (2008), New Developments in Latin America’s Social Policy, Development and Change 39(5): 759–774

Birleşmiş Milletler (1999), 1999 World Survey on the Role of Women in Development : New York

Carr, M., Chen, M.A. ve Tate, J.(2000), Globalization And Home-Based Workers, Feminist Economics 6(3), 123–142

Chen L. ve Standing H. (2007), Gender Equity In Transitional China’s Healthcare Policy Reforms, Feminist Economics, 13(3 – 4), July/October 2007, 189 – 212

Connell R.W. (1998), Toplumsal Cinsiyet ve İktidar : Toplum, Kişi ve Cinsel Politika, Çeviren : Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları

Coşar S. ve Yeğenoğlu M. (2009), The Neoliberal Restructuring of Turkey’s Social Security System, Monthly Review, April

Coulson M., Magas B. ve Wainwright H. (1975), Housewife and her Labour under Capitalism – A Critique, New Left Rewiev, I/89, January-February.

Çağatay N. ve Berik G.(1991), Transition to Export-led Growth in Turkey: Is There a Feminisation of Employment?, Capital & Class – 43

Çelik A. (2003), Yeni İş Yasasının Anlamı, Türkiye Barolar Birliği Dergisi Eylül/Ekim Sayı 48

Çelik S. (2007), Türkiye İşgücü Piyasasının Esnekliği ve Esnek Çalışma Önündeki Engeller, Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi, Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüğü

Çubukçu N. (2007), http://www.tasovaliyiz.biz/haberdetay.php?id=1146, indirilme tarihi : 20.01.2010

Dedeoğlu S. (2008), Women Workers in Turkey : Global Industrial Production in Istanbul, Tauris Academic Studies, London – New York

Dedeoğlu S. (2009), Eşitlik mi Ayrımcılık mı? Türkiye’de Sosyal Devlet, Cinsiyet Eşitliği Politikaları ve Kadın İstihdamı, Çalışma ve Toplum, 2009/2

DPT (2006), Dokuzuncu Kalkınma Planı, 2007-2013, Devlet Planlama Teşkilatı

Dünya Bankası (2003), Bridging the Gender Gap in Turkey : A Milestone Towards Towards Faster Socio-economic Development and Poverty Reduction, Poverty Reduction and Economic Management Unit, Europe and Central Asia Region

Eaton S.C. (2005), Eldercare in the United States : Inadequate, Inequitable, But Not A Lost Cause, Feminist Economics 11(2), July, 37 – 51

Eisenstein H. (2005), Feminism and Corparate Globalization, Science & Society, Vol. 69, No. 3, July, 487–518

Elveren A.Y. (2008), Assessing Gender Inequality in the Turkish Pension System, International Social Security Review, Vol. 61, 2

Eraydın A. ve Erendil A. (1999), The Role of Female Labour in Industrial Restructuring : New Production Processes and Labour Market Relations in the Istanbul Clothing Industry, Gender, Place and Culture, Vol.6, No :3, 259-272

Ergüneş N. (2009), Sağlık Alanında Yaşanan Dönüşümlerin Kadınlara Etkisi, Sosyalist Feminist Kolektif Atölye Çalışması, Sunuş Metni

Eyüboğlu A. vd. (2000), Kentlerde Kadınların İş Yaşamına Katılım Sorunlarının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Boyutları, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara

Floro M. ve Dymski G.(2000), Financial Crisis, Gender, and Power: An Analytical, Framework, World Development, Vol. 28, No. 7, 269-1283

Folbre N. (2003), Who Pays for the Kids, Routledge : New York

Folbre N. (2006), Measuring Care: Gender, Empowerment, and the Care Economy, Journal of Human Development, Vol. 7, No. 2, July 2006

Gardiner J. (2000), Domestic Labour Revisited, Inside the Household içinde, Susan Himmelweit (der.), St. Martin’s Press

George A. (2008), Nurses, Community Health Workers and Home Carers : Gendered Human Resources Comoensating for Skewed Health Systems, Global Public Health, 3(S1) : 75-89

Gideon J. (2006), Integrating Gender Interests into Health Policiy, Development and Change 37(2): 329–352

Giménez D.M. (2005), Gender, Pensions and Social Citizenship in Latin America, Women and Development Unit, ECLAC

Gökbayrak Ş. (2009), Refah Devletinin Dönüşümü ve Bakım Hizmetlerinin Görünmez Emekçileri Göçmen Kadınlar, Çalışma ve Toplum, 2009/2

Göktürk (2002), Katolik Nikahı Öncesi, (http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id= 558&id=34&baslik_id=558&yapi=devam&gecerli_sayfa=3), indirilme tarihi : 02.05.2009

Harding S. (1981), What is the Real Material Base of Patriarchy and Capital?, The Unhappy Marriage of Marxism and Feminism: A Debate of Class and Patriarchy, Sargent L. (der.), Pluto Press, 1981

İçduygu A. (2003), Irregular Migration in Turkey, International Organization of Migration, Migration Researh Series

İçduygu A. (2006), siteresources.worldbank.org/INTDECABCTOK2006/Resources/icduygu_abcde_final.ppt, indirilme tarihi :01.02.2009

İlkkaracan İ. ve Selim R. (2007), The Gender Wage Gap in the Turkish Labor Market, LABOUR 21 (3) 563–593

Kamhi J.V. (2002), Yeni İş Güvencesi Yasası, İşveren Dergisi, Eylül, TİSK

Kar M. ve Elveren A.Y. (2008) Özel Emeklilik Sistemlerinde Cinsiyete Dayalı Gelir Farkı: Türkiye Örneği, TİSK Akademi

Karadeniz O. ve Yılmaz H. (2007), Türkiye’de Kadının İşgücü Piyasası İçindeki Konumu ve İşgücü Piyasasına Katılımını Etkileyen Faktörler, İş Dünyasında Kadın içinde, TÜRKONFED Yayını, İstanbul : 23-41

Karakoyun Y. (2007), Esnek Çalışma Yoluyla Kadınların İşgücüne Katılım Oranının ve İstihdamının Artırılması; İşkur’un Rolü, Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi, Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüğü

Kardam F. ve Tokgöz G. (2004), Gender Based Discrimination at Work in Turkey: A Cross-Sectoral Overview, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 59(4):151-172

Kılıç A. (2008), The Gender Dimension of Social Policy Reform in Turkey : Towards Equal Citizenship?, Social Policy and Administration, Vol.42, No.5, 487-503

Lilly M.B., Laporte A. ve Coyte C. (2007), Labor Market Work and Home Care’s Unpaid Caregivers: A Systematic Review of Labor, Force Participation Rates, Predictors of Labor Market Withdrawal, and Hours of Work, The Milbank Quarterly, Vol. 85, No. 4, 641–690

Lund R. ve Panda S.M. (2000), The Asian Financial Crisis, Women’s Work and Forced Migration, Norwegian Journal of Geography, September, Vol.54, Issue3, 128-133

Lupton D. (2002), Duygusal Yaşantı, Çeviren : Mustafa Cemal, Ayrıntı Yayınları : İstanbul

MacDonald M. (1998), Gender and Social Security Policy : Pitfalls and Possibilities, Feminist Economics (4), 1

Martinez-Franzoni J. (2008),Welfare Regimes in Latin America: Capturing Constellations of Markets, Families, and Policies, Latin American Politics and Society, Summer

Mesa-Lago C. (2008), Informal Employment and Pension and Healthcare Coverage by Social Insurance in Latin America, Institute Development Studies Bulletin, Volume 39 Number 2 May

OECD (1999), Is Informal Normal? Toward More and Better Jobs, Policy Brief

Özdamar S. et. al. (2000), Kentlerde Kadınların İş Yaşamına Katılım Sorunlarının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Boyutları, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara

Özler Ş. (2000), Export Led Industrialization and Gender Differences in Job Creation And Destruction: Micro Evidence From the Turkish Manufacturing Sector, Yayımlanmamış çlaışma: UCLA: Department of Economics

Öztürk Ö. (2010), Türkiye’de Büyük Sermaye Grupları : Finans Kapitalin Oluşumu ve Gelişimi, Tüsam, SAV Yayınları, İstanbul

Pearson R. (1994), Gender Relations, Capitalism and Third World Industrialization, in Sklair, L. (ed), Capitalism and Development, Routledge, London, 339-35

Pearson R. (2007), Reassessing Paid Work and Women’s Empowerment: Lessons from the global economy, Feminisms in Development : Contradictions, Contestations and Challenges içinde, Andrea Cornwall, Elizabeth Harrison and Ann Whitehead (ed.), Pp. 201-213, London/New York: Zed Books

Robinson F. (2006), Beyond Labour Rights : The Ethics Of Care And Women’s Work In The Global Economy, International Feminist Journal of Politics, 8:3 September, 321-342

Seguino S. (2000), ‘Accounting for Gender in Asian Economic Growth’, Feminist Economics, November, Vol. 6 Issue 3, 27-58

Sevimli A. (2003), Yeni İş Yasası ve Tartışılması Gerekenler, ‘İş, Güç’ Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, Cilt: 5 Sayı:2, Sıra: 4/ No : 130

SHÇEK (2010), http://www.shcek.gov.tr/huzurevleri.aspx, indirilme tarihi 03.02.2010

TBB (2007), Bankacılık Sektöründe İstihdam (1990- Mart 2007)

Toksöz G. (2007), Türkiye’de Kadın İstihdamının Durum Raporu, ILO.

Turkstat (2007), Results of Time Use Survey 2006

TÜSİAD (2008), Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği: Sorunlar, Öncelikler ve Çözüm Önerileri

Ulutürk S. ve Dane K. (2009), Sosyal Güvenlik: Teori, Dönüşüm ve Türkiye Uygulaması, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Yaz-2009 C.8 29 (114-142)

Ünlütürk Ulutaş Ç. (2009), Yoksulluğun Kadınlaşması ve Görünmeyen Emek, Çalışma ve Toplum, 2009/2

Yücesan Özdemir G. (2003), Neo-liberal Social Policy and Production Politics in Turkey, Turkish Studies, Vol.4, No.3 Autumn, 178-198

Webber G. ve Williams C. (2007), Part-Time Work and the Gender Division of Labor, Qual Sociol, 31:15-35

Yaman Öztürk, M. (2010), Kapitalist Gelişme ve Kriz Sürecinde Kadın Emeği: Asya Deneyiminden Çıkarılacak Dersler, Çalışma ve Toplum, 2010 1 (24)

Yaman Öztürk M. ve Ercan F. (2009), “1979 Krizinden 2001 Krizine Türkiye’de Sermaye Birikimi Süreci ve Yaşanan Dönüşümler”, Praksis Dergisi, Sayi : 19

Yaman Öztürk M., Ergüneş N. ve Özkaplan N. (2010), 2001 Krizinin Ardından Yaşanan Dönüşüm : İş Yaşamı, Sağlık ve Eğitim Alanında Yeniden Yapılanmalar ve Kadınlar Üzerindeki Etkileri, yayın sürecinde

Zhan J.H. (2005), Aging, Health Care, and Elder Care: Perpetuation of Gender Inequalities in China, Health Care for Women International, 26:693–712.

 

[1] Bu metin Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği: Türkiye Örneği (der: Saniye Dedeoğlu ve Melda Yaman Özturk) kitabında yer almaktadır.

[2] Karadeniz ve Yılmaz, 2003 yılı TÜİK verileri ile yapılan bir araştırmada Türkiye’de erkeklerin ücretlerinin kadınların ücretinden yüzde 42 daha yüksek olduğunun bulgulandığını aktarıyorlar (bkz. Karadeniz ve Yılmaz, 2007: 33).

[3] Kadın istihdamında gerçekleşen bu hızlı büyüme, bir yazara şu yorumu yaptırmıştı : ‘Gelişmekte olan ülkelerin’ üreticileri temel malları kadın emeği ile üretiyorlar; savaş sonrası sanayileşme ihracata yönelik (export-led) olduğu kadar kadın öncülüğünde (women-led) gerçekleşmiştir (bkz. Yaman Öztürk, 2010).

[4] Ayla Eraydın ve Asuman Erendil 1980-1992 arasında imalat sanayinde kadın istihdamının yüzde 76 arttığını bulgulamışlar (Eraydın ve Erendil, 1999: 259).

[5] İmalat sanayii sabit sermaye stoğunun toplam içindeki payı 1977-81 arasında yüzde 32 civarındayken, daha sonra düzenli olarak geriledi ve 1990 yılında yüzde 23’e indi. 1980’lerde gerçekleşen üretim artışının kaynağı kapasite kullanımının artmasıydı. 1970’lerin sonlarında imalat sanayiinde hayli düsük seviyelerde olan kapasite kullanım oranı, 1980’lerde ihracat tesvikleri ile giderek yükseldi (bkz. Öztürk, 2010 : 141). Yatırımların çok düşük düzeyde olması nedeniyle sanayi istihdamı fazla büyümedi.

[6] Bankacılık sektöründeki kadınlar, iş görüşmesinden başlayarak, ücret, terfi ve promosyonlardan yönetim kadrolarında temsiliyete kadar birçok aşamada ayrımcılığa uğramaktadır. İş görüşmelerinde kadınlara evli olup olmadıkları, çocuk isteyip istemedikleri sorulmakta, müfettişlik için çoğunlukla erkekler tercih edilmektedir. Banka müdürlerinin de çoğu erkektir (Yaman Öztürk ve Ergüneş, 2009; Özdamar vd., 2000).

[7] Örneğin profesörler içinde kadınların oranının en yüksek olduğu ülke yüzde 23’lük payla Türkiye. Bu oran İngiltere’de yaklaşık yarısı kadar (Özbilgin ve Woodward, 2004:669).

[8] Kadın işgücündeki bu azalmanın önemini mutlak rakamlar daha net bir biçimde göstermektedir. Aynı dönemde 15 yaş ve üzeri kadın nüfus, sayısal olarak yüzde 35 artarken, işgücü potansiyeli ancak yüzde 10 artmıştır (TÜSİAD, 2008: 123).

[9] Tarımsal üretimin gerilemesi ücretsiz aile işçiliği ve ücretli çalışma oranlarını da değiştirmiştir. Kadınlar tarımda genellikle ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı için, tarımsal üretim geriledikçe kadınların işgücüne katılım oranın düşmesi, ücretsiz aile işçiliğinin toplam istihdam içindeki payını da azalmaktadır. 1989 yılında tüm çalışan kadınların dörtte üçe yakını (yüzde 74.4) ücretsiz aile işçisiydi. 1990’lar boyunca giderek geriledi ve 1999 yılında yüzde 65’e düştü. 2000’lerde çok daha hızlı bir dönüşüm yaşandı ve 2006’da ücretsiz aile işçilerinin oranı yüzde 39 oldu (TÜSİAD, 2008: 147). Buna karşılık son on yılda ücretli çalışanların oranı yükselmiştir. 2000 yılında yüzde 35 iken 2006’da yüzde 46.7’ye yükseldi (TÜSİAD, 2008: 147).

[10] Ayrıntılı bir yorum için Melda Yaman Öztürk ve Özgün Akduran’ın bu kitapta yer alan, TEKEL’in özelleştirilmesi ile tütün üretiminin azalması ve küçük üreticilerin kente göç etmek zorunda kalması üzerine yaptıkları çalışmaya bakılabilir.

[11] Kadınlar emek piyasasına eşitsiz bir biçimde katıldılar; küçük atölyelerde, sağlıksız koşullarda, sosyal güvenceleri ve iş güvencesi olmadan çalıştırıldılar; erkeklerden daha düşük ücret aldılar. Kadın işçilerin önemli bir bölümü, örneğin Güney Kore’de kadınların yüzde 43’ü, Endonezya’da yüzde 79’u, modern üretim alanlarının dışında çalışmaktaydı (Carr vd., 2000: 127).

[12] Latin Amerika ülkeleri buna örnek: şehirlerde enformel işlerde çalışanların oranı Şili’de yüzde 36.5, Arjantin’de yüzde 37.1, Brezilya’da yüzde 42, Peru’da yüzde 60, Bolivya’da yüzde 65.4’tür (Mesa Lago, 2008: 80). 2002 yılı ILO verilerine göre, kadınların Latin Amerika’da yüzde 58’inin, Asya’da ise yüzde 65’inin istihdam edildiği işler enformel işlerdi (aktaran Pearson, 2007: 202).

[13] Kentlerde enformel işlerde çalışan kadınlar toplam istihdamın yüzde 61’ini oluşturuyor. Kırsal kesimde kadınlar ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı için tarımda kadınların yüzde 90’ı kayıtsız. (TÜSİAD, 2008: 155).

[14] Kadın istihdamı içinde kısmi süreli çalışan kadınların oranı İngiltere’de yüzde 42.9, Almanya’da yüzde 41.6’dır; Hollanda’da ise yüzde 75’lere ulaşmış durumdadır (Çelik, 2007: 43).

[15] Ayrıntılı bir analiz için Reyhan Atasü Topcuoğlu’nun bu kitapta yer alan kadınların ev eksenli işlerde yoğunlaşmasını ataerki ve sermaye ilişkileri çerçevesinde inceleyen yazısına bakılabilir.

[16] Türkiye’de olduğu gibi, Avrupa Konseyi’nin bir araştırmasına göre, Almanya, İtalya, Hollanda, İrlanda ve Yunanistan’da da evde çalışanların yüzde 90-95’ini kadınlar oluşturmaktadır (Çelik, 2007: 30).

[17] Örneğin, İngiltere’de kısmi süreli işçilerin yaklaşık yüzde 30’u ulusal sigorta programlarından yoksundur. Almanya’da da kısmi süreli işçilerin sadece yüzde 11’i sosyal güvenlik kapsamındadır (Çelik, 2007: 38).

[18] Örneğin, Profilo Holding’in patronu Jak Kamhi, “Ülkemizin şu an içinde bulunduğu ortamda çalışma hayatının ihtiyaç duyduğu konu iş güvencesi değil, rekabet gücünü artırıcı uygulama olan esnekliktir … işyerinin güvencede olmadığı bir ortamda iş güvencesinden söz etmek kıdem ve ihbar tazminatlarını rekabet ettiğimiz ülkeler seviyesine eşitlemeden, bu gibi düzenlemelerden bahsetmek abesle iştigal olup, bunun yerine yatırım yapmak, istihdam yaratmak, üretmek ve dünya devleri ile rekabet edebilmek için gerekli düzenlemelerin istihdam yaratanlara güvence vermekle mümkün olduğu kanısındayım” demekteydi (Kamhi, 2002)

[19] Yasaya yeni giren ‘çalışma sürelerinin denkleştirilmesi’ maddesi, işverenin işçiyi, ihtiyacı olduğunda, 11 saate kadar çalıştırılabilmesini, ihtiyaç duymadığı durumlarda ise daha az çalışarak haftalık ortalama 45 saatlik çalışma süresini iki ay içinde denkleştirmesini öngörür. Bu durumda bir işçi haftada altı gün çalışılan bir işyerinde bir haftada 66 saate kadar çalıştırılabilecektir. Bu madde ile işçiler, işletmenin işlerinin yoğun olduğu dönemde aşırı, işlerin daha durgun olduğu dönemde ise daha az çalışacaktır. Bu madde fiilen fazla çalışma ücretini ortadan kaldırmaktadır. Öte yandan bu uygulama çalışanın ruhsal ve bedensel sağlığını olumsuz etkileyebilecektir. Yasa tasarısında yer alan “ortalama haftalık çalışma süresi fazla çalışmalar dahil 48 saati aşamaz” şeklindeki hüküm komisyonun ek raporunda çıkarılmıştır. Böylece haftalık toplam çalışma süresi belirsizleştirilmiştir (Çelik, 2003 :15).

[20] Gardiner ise bakımı sağlayanla bakılan kişi arasında üç değişik ilişki biçimini ayırt ediyor : Birincisi bakım işini gerçekleştirenle bakım alan kişi arasında eşitsiz bir ilişkiyi varsayan kişisel bakım hizmetidir. Bakım alan kendi bakımını yapabilecek durumdadır ancak toplumsal beklentiler başkasının –kadının- emeğini denetleme ve kullanma olanağı vermektedir. İkincisi, çok küçük, yaşlı ya da hasta olduğu için kendi ihtiyaçlarını karşılayamanlarla onlara bakan kadınlar arasındaki bakım ilişkisidir. Üçüncüsü ise acil durumlarda, karşılıklılık temelinde bakım hizmeti sağlamadır (Gardiner, 2000 : 96).

[21] Örneğin 2006’da ABD’de altı yaşından küçük çocuğu olan kadınların yüzde 40’ı ücretli işlerde çalışmıyor; yüzde 40’ı tam zamanlı işlerde, yüzde 17’si yarı zamanlı (haftalık 35 saatten daha az) işlerde çalışıyor. Tersine, altı yaşından küçük çocuğu olan erkeklerin yüzde 4’ten azı yarı zamanlı işlerde çalışmakta (Webber ve Williams, 2007: 15).

[22] Türkiye bu konuda en az gelişme gösteren ülkeler arasında yer alıyor. 2005 yılında okul öncesi eğitimde Fransa yüzde 100, Yunanistan yüzde 68, Bulgaristan yüzde 75, İran yüzde 29 okullaşırken, Türkiye’de okullaşma oranı yüzde 10’dur (TÜSİAD, 2008: 35).

[23] Çin’de de ABD’de de ailelerine bakanlar kadınlar. Ancak ABD’de yetişkin kız çocukları ailelerine bakım sağlarken, Çin’de ataerkil ilişkiler nedeniyle ailelere geleneksel olarak oğullarının karısı bakmaktadır. Çünkü ataerkil ilişkiler gereğince, evlenen kızların evlendiği kocalarına verildiği düşünülür (Zhan, 2005: 697).

[24] Çin’de de uygulamaya sokulan sağlık reformları çerçevesinde sosyal güvenlik sisteminin nüfusun önemli bir bölümünü içermemesi ve yaşlıların sağlık ve bakım hizmetlerinin maliyetini karşılayamaması, yaşlı bakımını önemli bir sorun haline getirmiştir. Tek çocuk politikası aileleri tek çocuktan fazla çocuk büyütmekten alıkoyarken, anne babanın yaşlılık ve hastalıkta bakım işleri çocuğa kalmaktadır. Bu durumda evli çiftler ‘tek çocuk’ ve ‘dört yaşlının’ bakımından sorumlu olmaktadır. Erkekler bakım işlerinde görev ve sorum almaya yanaşmadıkları için, bakım işi kadınlara kalıyor. Pek çok kadın anne-babalara bakmak için işten ayrılmak zorunda kalmıştır (Chen ve Standing, 2007: 204).

[25] Avrupa ülkelerinde de bakım işleri kadınların sırtına yüklenmektedir. Örneğin, kadınların ücretsiz bakım emeği bütün bakım işinin Almanya ve Hollanda’da yüzde 80’in üzerinde, Danimarka ve Lüksemburg’ta yüzde 90’nın üzerinde bir bölümünü oluşturmaktadır (Eaton, 2005 : 38).

[26] Tersine, gelişmiş ülkelerde yapılan çalışmalar bakımın geniş aileler tarafından değil, çekirdek ailece karşılandığını ortaya koymaktadır. Buna göre ev içindeki kadın bütün bakım işlerinden sorumlu oluyor (Zhan, 2005: 705).

[27] Bunlara ek olarak, dernek ve vakıflar ile azınlıklara ait, toplam 8507 kişi kapasiteli 153; bakanlıklar ve belediyelerin bünyesinde 4578 kapasiteli 28 huzurevi vardır. SHÇEK kapsamında, 2010 yılı itibariyle Ankara, Çanakkale, İzmir ve Eskişehir’de toplam 901 kişi 712 kadının üye olduğu 5 adet Yaşlı Hizmet Merkezi hizmet vermektedir (SHÇEK, 2010).

[28] Sadece yaşlı ve hastalar değil, çocuk bakımı da masraflıdır. Bazı kadınlar bakım yükümlülüklerinden kaçınmak için çocuksuz kalmayı tercih edebilirler. İtalya, İspanya ve Güney Kore gibi pek çok ülkede doğum oranları bu nedenle gerilemiştir (Folbre, 2006: 183).

[29] 1990’larda eski Sovyetler Birliği ülkelerinden Türkiye’ye bavul ticareti için gelenler yılda iki-üç milyon kişi civarındaydı. Bavul ticaretine getirilen kısıtlama ve yasakların ardından bu sayı azaldı ancak yine çok yüksek. 1999’da 1 milyon iken, 2000’de 1.4 milyona yükseldi. 2001’de 1.3 milyon olarak kaydedildi (İçduygu, 2003: 27).

[30] Doğu Avrupa ülkeleri, Rusya ve Ukrayna’dan gelen kadınların bir bölümü tekstil ve giyim sanayinde veya hizmet sektöründe çalışıyor. Kadınların bir bölümü ise eğlence sektöründe iş bulabiliyor ya da fuhuş yapmak zorunda kalıyor. Göçmen kadınların çoğu sağlıksız çalışma koşullarında ve iş güvencesi olmadan çalışıyor, sosyal güvenlik sisteminden yararlanmıyor. Dolayısıyla göçmen kadın işçiler genellikle, “enformel emek piyasası için tipik olan düşük ücretli, pis, tehlikeli ve zor işleri yapıyorlar. Bu görüntü, bir ‘yedek sanayi ordusu’ veya ‘ikincil iş gücü’ olarak düzensiz göçmen işçiler stereotipini doğruluyor” (İçduygu, 2006: 14).

[31] Çağla Ünlütürk Ulutaş’ın bu derlemede yer alan yazısı Türkiye’de göçmen kadın emeği üzerine geniş kapsamlı bir inceleme sunuyor.

[32] Yeni Sosyal Güvenlik Yasası iki bölümden oluşuyor: Sosyal güvenlik ve sağlık sigortası. İki sistem için ayrı prim ödeniyor (Coşar ve Yeğenoğlu, 2009: 38). Bu düzenlemelerle sosyal güvenlik sistemi içinde yer alan kuruluşlar tek çatı altında birleşmiş ve Sosyal Güvenlik Kurumu adını almıştır.

[33] 1980 sonrasında pek çok geç kapitalistleşen ülkede emeklilerin maaşlarının çalışanların ödedikleri prim ile finanse edildiği sosyal güvenlik sisteminden uzaklaşılarak, sosyal güvenliğin kısmen ya da bütünüyle özelleştirildiği gözlenmektedir (Kar ve Elveren, 2008: 70).

[34] Jasmine Gideon Şili’de erkekler daha geniş sağlık hizmeti olanakları sunan ISAPRE sistemini seçebilirken, kadınların çoğunun FONASA sisteminde yer alabildiğine dikkat çekiyor. Kadınların salt gebelik ve doğum nedeniyle erkeklerden birkaç kat daha fazla sağlık hizmeti alması gerektiğinden, ISAPRE sisteminde kadınlar için daha yüksek primler düzenlenmiş. Buna karşılık kadınların ücretleri genellikle erkeklerden düşük ve bu primleri ödemeleri olanaklı değil (Gideon, 2006: 338).

[35] Kadınların çoğunun kocaları üzerinden sağlık sigortasına erişebildiği Latin Amerika ülkeleri de benzer özellik göstermektedir. Sağlık sigortası kapsamında toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizlikler ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, C. Mesa Lago’nun gösterdiği gibi Latin Amerika’nın dörtte birinde kocaları üzerinden sağlık sigortasına katılan kadınlar sadece doğum hizmetlerini alabiliyor, tedavi hakları yok; ya da tersine sadece hastalıkta tedavi görebiliyorlar (Mesa Lago, 2008: 84).

[36] Birçok geç kapitalistleşen ülkede sosyal güvenlik sistemi formel işlerde çalışma esasına dayalı işliyor ve enformel işlerde çalışanları içermiyor. Örneğin Meksika’da enformel istihdam toplam istihdamın yarısını oluşturduğu için çalışan nüfusun yarısı sosyal güvenlik sisteminin dışında durmaktadır. Bolivya’da da benzer biçimde sosyal güvenlik sistemi çalışan nüfusun küçük bir bölümünü oluşturan formel istihdamı kapsamaktadır (Barrientos vd., 2008: 765-766).

[37] “Geçimi sağlayan koca ve ona bağımlı karısı anlayışı temelinde kurulan ‘aile geliri’ modeli aslında işçi sınıfının büyük bir kesimi için hiçbir zaman bir gerçeklik oluşturmasa bile yine de hem sendikal etkinliğin hem de devlet siyasetinin bir kriteri olmuştur. ‘Geçimi sağlayan koca’ ile ‘ev kadını’ arasında toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünün kurulması, yalnızca erkekliğin ve kadınlığın modern tanımları açısından değil, işçi sınıfı politikasının karakteri ve uygulanması açısından da biçimlendirici niteliğe sahiptir” (Connell, 1998 : 210)

[38] Barrientos, Gideon ve Molyneux (2008: 769) Latin Amerika’da eski sosyal politikaların ‘eve ekmek getiren erkek’ ve ona bağlı kadından oluşan çekirdek aile modeline dayandığına, yeni düzenlemelerle bu anlayıştan uzaklaşıldığına dikkat çekiyorlar. Ailelerin bileşiminde ve yapısında gerçekleşen değişiklerle, kadının toplumda ve emek piyasasındaki konumunun değişmesinin, eve ekmek getiren erkek anlayışıyla uyuşmadığının görüldüğünü belirtiyorlar.

[39] Düzenlemelerden önce bu ülkelerin sadece 16’sında kadınlarla erkeklerin emeklilik yaşı aynı, geriye kalan otuz ülkenin çoğunda kadınlar erkeklere göre 5 yıl erken emekli olma hakkına sahiptiler (Karadeniz ve Yılmaz, 2007: 30).

[40] Kadın Hastalıkları Doğum ve Halk Sağlığı Uzmanı Ayşe Akın kadın emeğinin biyolojik işlevi olarak doğurganlığın erkeklerden farklı olarak kadın sağlığının özel bir bir ilgiye gereksinim duymasına neden olduğuna dikkat çekiyor : Erkeklerde yüzde ‘0’ olan bu oran kadınlar için yüzde 18’dir, diyor (Akın, 2009).

[41] “Cinsiyete göre üreme sağlığı hastalık yükü incelendiğinde; kadının hastalık yükünün (yüzde 36.6), erkeğin yükünün (yüzde 12.3) üç katı olduğu görülür. Kadın ve erkeğin biyolojik cinsiyeti ve üremeye ilişkin fizyolojik fonksiyonlarının farklılığı ve getirdiği yüklerin yanı sıra, toplumun kendilerine biçtiği ‘toplumsal cinsiyet’ rolünden kaynaklanan ve sağlıklarını olumsuz etkileyen faktörler mevcuttur” (TBB, 2008).

[42] Coulson, kadının kapitalizmdeki konumunun merkezi özelliğinin hem ev işçisi hem de ücretli işçi olmasıdır, diyor : Kadınların bu ikili ve çelişkili rolü konumlarına özgül bir dinamik kazandırır. Bu çelişki olmasaydı, kadının konumu, ezilmekle birlikte, esas olarak sorunsuz olabilirdi (Coulson vd., 1975: 60).

 

Yorumlara kapalıdır.