Barbi, Modernite, Nöroloji, Gezi

barbie-isnt-just-a-thin-woman-her-waist-is-almost-half-the-size-of-an-average-womans-just-18-inchesÇiğdem G.D.

Temmuz başında Nikolay Lemm, Marvel’in ünlü Barbie’sinin ölçülerini “insanîleştirmiş”. Amerikan hastalık kontrol merkezlerinin verilerini kullanarak, “19 yaş sağlıklı Amerikan kadını” ortalamalarına uygun yeni bir bebek tasarlamış. -Bizdeki “sağlık ocağı”, hatta “aile sağlığı merkezi” isimleri bile ne kadar güzelmiş meğer!- Bu sanatçının hazırladığı karşılaştırmalı görsellere rastlamak hoş bir aydınlanma yaşattı bana. Benzeri aydınlanma anlarını her birimiz çeşitli sebeplerle yaşasak da, bunu paylaşmak istedim elimden geldiğince; çünkü bu görselleştirme önemli bir soruna işaret ediyor bence.

Küçükken bu bebeklerden bizde de iki tane vardı. Altı yaş büyüğüm ablam ve ilkokul ikinci sınıftaki ben, (1980 başlarında olduğumuzdan, henüz) reklamına maruz kalmadığımız  bu “bebek”lere çok sevinmiş, birkaç yıl da ziyadesiyle oynamıştık.  Şanssızlık işte. Karton kutulardan basitçe birleştirip kurduğumuz ikiz müstakil evleri; tabak, yatak ve koltukları… Tüm eşyalarını elceğizlerimizle yapmıştık, emek emek. O zamanlar halen “kendin yap, kendin oyna” için zaman, ilham ve mecburiyet vardı. Bu kısmı büyük şansmış!

barbisendromuÇocukluktan çıkıp “kadın vücut hatları”na kavuşmam sonrasında, en çiroz günlerimde dahi bedenimden mutlu olamıyor, hantal ve şişman olduğumu hissediyordum da, sebebi bilmiyordum. Etrafımdaki binlerce kadına değil de elimdeki garip oyuncak bebeğe, sonrasında da reklam ve fimlerde gördüğüm değişik bedenlere öykünen benim bir sorunum olsa gerek, değil mi? Ancak zaman geçtikçe bu konuda yalnız olmadığımı tekrar ve tekrar ve tekrar öğreniyorum. Tabii artık başka marka ve fiyatlarla aynı “estetik” anlayışının eseri milyonlarca oyuncak, aynı görsellikte çizgifilmler, hatta kendilerini bu oranlarla estetik cerrahlara baştan yaptıran insanlar var (“barbi sendromu” deniyor, bkz. Resim 2). Bu “bebek”ler çeşitli yeme bozuklukları  ve beden algı bozukluğu diye tanımlanan rahatsızlıklar ile ilişkilendirilmişler şimdiye değin. Sanıyorum ki erkeklerin ağırlıklı olarak sömürgeleştirildikleri alan bedenleri değil emekleri olduğu için, kadınların aksine bedenlerinin çoğu kısmı “beden algı bozukluğu” adı verilen rahatsızlığın da kapsamı dışındaymış. Henüz…

Bu bebeği 1959’da ilk tasarlayan kişi şeytani şeyler düşünmemiştir herhalde. “Değişik bir şey yapayım, ilk bakışta etkilesin” gibi birşeyler düşünmüştür. Böylece bir gören alacak, bir diğer gören de isteyecek, hızlıca ve çokça satılacak. “Sıradan” olmayacak. Şirket ve tasarımcının maaşı büyüyecek. Ama sonra dozu biraz kaçırmışlar. 1963’te satılan bebeğin yanında hediye gelen “nasıl kilo verirsiniz?” başlıklı kitabın içinde “yeme!” (“don’t eat!”) yazıyormuş. 1965’te satılmaya başlanan bir diğer seride kitaba ek olarak hediye gelen pembe banyo tartısı ise 50 kg’da sabitlenmiş durumdaymış. Selvi boylu oyuncağımızı 178 cm boyunda bir hemcinsimiz olarak kurgularsak, aynı boydaki “normal” bir kadının ancak dörtte birini kesip atarak bu ağırlıkta olabileceğini görüyoruz (diğer seçenek ise anoreksiadan muzdarip olması, vücudundaki yağ oranının aşırı düşüklüğünden dolayı -diğer sağlık sorunların yanında- hormon döngülerinin de bozularak menstruasyon yaşamıyor olmasıdır).
“Alt tarafı bir oyuncak” diye düşünüyor olabilirsiniz belki. Ama bir de şunları dinleyin: bu oyuncak 2011 yılı bilgilerine göre dünya çapında saniyede iki tane satılıyor, 3-12 yaş kız çocuklarına alınıyormuş. İlk bebeğini 3 yaşlarında edinen kız çocukları ergenliğe ulaşana değin ortalama yedi tanelik koleksiyonlar ediniyorlarmış. Böylece aksesuar pazarı da dahil edilince, dünyanın en çok satan ilk 10 oyuncağı içerisinde yer alıyormuş. 99 cm göğüs çevresi, 46 cm bel ve 84 cm’lik kalça ölçüleri ve 1.78 m boyu ile bu oyuncağın gerçeği yaşamaya kalkışsa, oranları yüzünden yürüyemeyip emeklemek zorunda kalırmış. Ancak üreticilerince oluşturulmuş olan kendine has jargonunda bu vücuda “balık etli” denilerek olaya tüy dikilmesi unutulmamış…

barbie-real-woman-makeover

Bu değişik oyuncağı “ideal” kadın kurgusu olarak da okuyabiliriz. Bir şeyleri değiştiremeyecek denli minicik elleri, güçsüz olacak derecede incecik ve itaatkarca vücuduna yakın duran kolları, normallerin en az yarısı olan ve organlarının ancak dörtte birine yer sağlayabilecek  beli, -o minik vücudunun besleyemeyeceği kadar- uzun bacakları, geyşaları kıskandıracak küçüklükte ve uslu uslu paralel duran -devrilmeden yürümesine dahi izin vermeyecek- ayakları… Memelerine de diyecek yok, süt bezleri değil helyum içeriyor olmalılar, zira yerçekimine zıt yönde duruyorlar. Hele o upuzun kuğu boynu, hele hele o ince uzun, hap gibi kafası… Zaten beyne ihtiyacı yok, düşünmesi sorun çıkarabilirdi. Hatta zorlarsak ideal vatandaş kurgusu dahi diyebiliriz buna!!!

Bu bebek neden bunca yıl sonra “bir aydınlanma” yaşatacak denli etkiliyor beni? Çünkü bence en temel sorunumuz bizim “modern” medeniyet içerisinde şekillenen kendimizi algılama biçimimiz. Ne de olsa medeniyetin devamını şekillendiren şey, biz içerdiği insanların ortak algısı. Bedenlerimizi algılayışımızda dahi sorun varsa, dünyayı sağlıklı ve dengeli bir biçimde algıladığımızı ve ona göre davrandığımızı iddia edebilir miyiz???

Neden böyle “saçma” şeylerden etkileniyoruz? Neden görmek bu kadar şekillendirici peki?

Çünkü mesela 50 yıl kadar önce keşfedilmiş olan “ayna nöronlar” var. Bir hareketi gerçekleştirirken çalışan sinir hücrelerimizin yaklaşık onda ikisi; aynı hareketin yapılışını sadece “görmemiz” durumunda da çalışıyormuş. Başkasını izlerken kendimiz yapıyoruz sanmamızı engelleyen şey ise, kendi bedenimizin “ben şu anda şunu yapıyorum” şeklindeki sürekli geri bildirimleriymiş.

Ayna nöronların, şu anda “insan medeniyeti” dediğimiz hızlı gelişimin başlamasını sağladığı düşünülüyor. Daha önceden tesadüfi şekilde keşfedilip de sınırlı aktarım yüzünden zaman içerisinde kaybolan edimler -alet kullanımı, tarım v.b.- bu sinirlerin devreye girmesiyle biriktirilebilmiş. Böylece devasa bir bilgi deposu olan bugünkü medeniyetimizi oluşturmamıza aracılık etmişler. Milyon yıllık insan geçmişine rağmen son 10.000 yıl içinde avcı ve veya toplayıcı diğer canlı kardeşlerimizden ayrılıp bugünkü bilgisayar ve arabalarımıza kavuşmuşmuşuz.

Empatinin temeli de olduğu düşünülen ayna nöronlar stres, heyecan, korku, yüksek  motivasyon gibi durumlarda işleyemiyorlarmış. (Ayna nöronları keşfeden bilim insanlarının da motivasyonları çok kuvvetli imiş ki, kafalarına elektrodlar sapladıkları maymunlar acılarını “gelişkin” yüz ifadeleriyle yansıtabiliyor olmalarına rağmen, empati kurmamış ve araştırmalarına devam edebilmişler.)

Barbie’lere baktığımızda, televizyona baktığımızda, çalışma hayatında bizi yönlendirme yetkisi olanlara ve varsa bizim yönlendirmemiz gerekenlere baktığımızda hep devrede bu ayna nöronlar. Empati de devrede olurdu; tabii bu kadar korku, stres, heyecan ya da kuvvetli motivasyon olmasa!

Görmenin etkisi ve empati için aklıma gelen en güncel ve yaygın örnek Gezi olayları. Polis vatandaşlar, eylemci vatandaşlar “uslu” ve “ideal” vatandaş olmadıklarından dolayı -diğer olaylarda da uyguladıkları üzere- aşırı şiddet uygulayabildiler. Eylemcilerin savundukları özgürlükler aslında onların da özgürlükleriydi oysa. Ancak bu seferki tüm diğer şidddetli müdahalelerin, yolsuzlukların, haksızlıkların ya da doğa katliamlarının yapamadığını yapıp, büyük bir toplumsal eyleme yol açtı.

Yaşamımız için temel ihtiyaçlarımıza dair güdülerimiz ve kültürel kodlarımız uyumlu çalışabildi. Gözbebeğimiz biricik şehrimizin hem ticari, hem tarihi hem de kültürel merkezinde kalmış mini ağaçlık alandaki “bir kaç ağaç” idi konu. Yaşamın temel sembolleri olan ağaçlar, siyasi dilin “kirletmediği”, modern yüzlü eylemciler ile birleşince empati önündeki engeller kalktı, topluluk bilincimizde bir değişim oldu. Olayları sadece seyerederken dahi, çok yoğun duygu selleri yaşadık. İlk eylemine çıkmış bir sürü insan ise deneyimli muhalifleri şaşırtan yenilikler getirdiler politika sahnesine…

Hapishane hücrelerimiz haline gelmiş evlerimizden; uslu ve steril, ideal ve düzenli rutinlerimizden çıkmanın, gökyüzü altında bir ticari yahut takvimsel sebep olmaksızın biraraya gelebilmenin verdiği o ilksel dayanışma ve “işte budur!” hissinin kaynağını; tanıdık ve bildik güncel medeniyet kodları arasında aradığımızda, bulabiliyor muyuz? Alanlarda tehdit karşısında yardımlaşan eller, politik argümanlar devreye girince birlerine parmak sallamaya başlayabiliyorlar…

Empatiye engel olan kuvvetli motivasyonlarımız olarak, savunduğumuz “politika”larımız var. “Akıl” deyip kutsadığımız soyut işlem yeteneğimizi kullanarak hayatın işleyişini düzenliyoruz. Politikayı bu şekilde; aklı tek başına var eden ve yaşamdan ve duygularımızdan kopartan bu anlayışımız ise, Barbie bebeklerinin yaşmaya elverişsiz estetiklerine benzer bir çarpıklıkta bence…

Politika ile ilgilenmekten, hayatında karşılığını bulamayan kavramlarla tartışmalar yürütmeyi anlıyor bir sürü insan. Çok çok daha fazla insan ise böyle tartışmalara girmek istemiyor; alternatif de bulamayıp kenara çekilmiş durumda. Hislerimizi kendimiz dahi anlamaya vakit tanımadan, haliyle yanımızdakilerle paylaşamadan kararlar alınan bir medeniyet bizimkisi.

“Hız”, “büyüme”, ve “ilerleme”… Modern medeniyetimizin iyi ve doğru bulduğu her şey bunlardan en az biriyle igili. Otoban mesela, çok güzel bir örnek. 18. kattan düşsek yere ulaştığımızda ancak erişmiş olabileceğimiz bir hızın yasal sınırında, saatlerce zevkle ilerleyebiliyoruz onun üzerinde. Böylece bir büyük şehirden başka büyük bir şehre çabucak varabiliyoruz…. Aradaki kısmen doğal kalmış yerleri görmemiz dahi gerekmiyor (baksak da o hızda pek görünmüyor). Oralar da olsa olsa “çevre” oluyor. Çünkü merkez biziz, merkez medeniyet, merkez hızımız ve büyümemiz… Amacımız ilerleme.  Yalnız dünya küçük bir kürecik. Biri bize hatırlatsın!

“Güzel” ve “iyi” kavramları medeniyetimizde kafamızın içerisinde birer kutsal kase olarak şekillendiriliyor; içerikleri ise zamana göre değişiyor. Bugün ancak takıntı düzeyindeki bir çaba ile elde edilebilecek, sağlıksız ve dengesiz bir güzellik anlayışı hakim; bedenen ve ruhen. Buna uygun olarak, toplumsal çarkların döngülerinden çıkmadan, tatil ve eşyalarla hissedebileceğimiz öne sürülen bir özgürlük kavramından bahsedilmekte. Popüler kültürün “aktığı” ortamlarda yinelenip durulan böylesi doğrular ile bakınca, bu yazıya konu olan oyuncaklar da tabii ki “normal”. Ve dolayısı ile de ruh sağlığını bozsalar dahi yine de yasallar. Tıpkı kadınların erkeklerle eşit olmadıklarının alenen dile getirilebilmesi, şiddete uğramış iseler mutlaka hak etmiş oldukları önkabulü, insanın ve hatta ancak onun oğlunun doğanın şahikası ve mükemmeliyetin daniskası oluşunun, üstelik bazı insanların diğerlerinin kaderini belirleme hakkına sahip olduklarının döne döne zikredilebilmesi gibi…

Acaba “normal” kavramını bireysel ve toplumsal kabullerin bahanesi olmaktan çıkarmayı nasıl başarabiliriz?

Peki her birimizin hislerimizin üzerine basarak ilerlemeyi kanıksamışlık düzeyine göre “başarılı” olabildiği bu toplumsal kurguya göre yaşamaya, nereye kadar devam edebiliriz? Bilimkurgu distopyalarındaki o duvarlara toslamaktan geri durabilmek için gerekeni nasıl bulabiliriz?

Tartışmalarda ve hatta yaşamın her anında empatiye ve hislere yer vermiş -yaygın, içselleştirilmiş, yavaş- bir politika anlayışı olmaksızın, bu oyuncakların anormalliğini ve temel insani ihtiyaçlara ve haklara tersliğini ifade etmenin bir yolu var mıdır? Ya da şimdiki düzenimizin neden “işlemediğini” anlamanın, anlatmanın?

barbie-face-tumblr-5117Not : Bu resme baktım da… Galiba piyasadaki oyuncakların tek sorunları beden oranları değil!

 

 

 

 

 

evrim

 

Not 2: Evrim sürecinde düşünebilme biçimlerimizden yana bir “ilerleme” olamamış mı ne?

 

Yorumlara kapalıdır.