Mutfak Cadıları (Sayı 1, Mart 2010)
Her geçen yıl, Türkiye’deki sermaye birikimi sürecinin toplumsal yapı içerisine gittikçe daha derinlemesine nüfus ettiğini ve farklı coğrafyalara yayılmak suretiyle gittikçe genişlediğini görüyoruz. Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da toplam sanayi malları ihracatının yüzde 35’ini tek başına gerçekleştirmekte. Türkiye’nin en yakın takipçisi yüzde 19 ile İsrail, ki bu durum Türkiye’nin açık ara bölge lideri olduğunu gösteriyor. Yine Türkiye’nin ihracatının yüzde 80’i gıda ve petrol ürünleri dışındaki sanayi mallarından oluşmakta. Bunun anlamı, Türkiye’nin emek yoğun, dayanıksız tüketim malları pazarında değil, artık bir üst aşamaya tekabül eden sermaye malları dediğimiz, teknoloji yoğun malların pazarında bölge birinciliğini kimseye kaptırmıyor olması.
Özellikle son on yıldır, Türkiye sermaye birikiminin yeni bir evreye girdiğinden, uluslararası bazı çevrelerin tavsiyeleri ile de desteklenen yeni dönem sanayileşme stratejileri (YDSS) çerçevesinde ilerlediğinden bahsedebiliriz. TOBB, TÜSİAD ve hemen hemen diğer tüm sermaye çevrelerinin sözcülüğünü yapan kurumlar tarafından hazırlanan raporlara ve bu raporlar ışığında hazırlanan 9. kalkınma planına, teşvik paketlerine, 2010 yılı orta vadeli programa baktığımızda, sözkonusu yeni stratejinin devlet politikalarında uzun zamandır yer aldığını ve uygulanmaya başlandığını görüyoruz. İçinden geçmekte olduğumuz kriz koşullarının da etkisiyle süratlenen bu eğilimin, kadınların ücretsiz (ev içi) ve ücretli emeğini etkilememesi mümkün değil. Bu yazı kapsamında YDSS’nin kadınlara olan etkisini tüm boyutlarıyla ele almamız mümkün değil. Dolayısıyla hayata geçirilen yeni uygulamalar çerçevesinde yaşanan sektörel değişime kısaca göz atacak ve kadın istihdamına yansıyan etkilerini ele almaya çalışacağız.
YDSS çerçevesinde Türkiye sanayi sektörünün iki temel gruba bölündüğünü söyleyebiliriz. İlk grup, ihracat oranının süratle arttığı, buna karşılık uluslararası pazar payının halen çok düşük olduğu yıldızı parlayan sektörler (Taşıt araçları, Telekomünikasyon ve Ses Cihazları, Metal Ürünleri, Petrol ve Petrol Ürünleri vb.). İkinci grupta ise, pazar payı yüksek olmasına karşın, ihracat oranının düşük olduğu, tekstil, hazırgiyim (deri, ayakkabı dahil), sebze, meyve gibi sektörler bulunuyor. Bu grupta yer alan emek yoğun sektörlerin ortak özelliği, ucuz emek kullanımına dayanan rekabet stratejisinin son dönemde dünya pazar payını arttıran Çin ve Hindistan gibi ülkelerle rekabet etmede yetersiz kalması. Burada bizim için önemli olan, sözkonusu sektörlerin tamamının emek yoğun ve bu nedenle de ucuz kadın emeğinin ağırlıkla istihdam edildiği sektörler olması. Yıldızı parlayanların, uluslararası pazar payının, ihracat oranı artmaya devam ederken arttırılması için üretimde kullanılan teknolojilere yatırım yapılması ve değişmez sermayenin arttırılması amaçlanmakta. Dolayısıyla bu sektörlerde teknoloji yoluyla görece artı değerin (verimliliğin) artışı hedeflenmekte. 20 yıl öncesine nazaran popülerliğini yitiren, ikinci grupta faaliyet gösteren işletmeler ise büyük şehirlere oranla emeğe çok daha az ücret ödenen bölgelere taşınmaya teşvik ediliyor. Yaşanan ekonomik kriz ile birlikte özellikle tekstil ve hazır giyim gibi sektörler, Kürt halkının yoğun olarak yaşadığı ve “ucuz emek” bölgeleri olarak adlandırılan 4. düzey bölgelere (Güneydoğu anadolu, Doğu anadolu, Doğu karadeniz) taşınmaya, kamu bütçesinden sağlanan bütçelerle teşvik ediliyor. Tüm bunların dışında, ikinci grupta faaliyet gösteren firmaların üretim araçlarını elden çıkartarak, ilk gruba yatırım yapmaları da önerilen stratejiler arasında. Sanko, Aydınlar tekstil gibi ikinci grubun ilk kuşak sermayedarlarının sermayelerini, enerji alanında ilk gruba transfer etmeye başladıkları görülmekte. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Ocak 2010 verilerine göre kriz ile birlikte yükselen ve düşüşe geçen sektörler YDSS ile uyum içerisinde. Teknoloji yoğun madencilik, kimyasal madde (özellikle boya, eczacılık, sabun, deterjan, kozmetik, plastik ve amalaj), elektirikli makinalar, tıbbı aletler ve motorlu kara taşıtlarında yıllık değişimde artış gerçekleşirken, tekstilde ortalama yüzde 7,3 (tekstilin alt sektörü dokuma, hazır tekstil ve giyimde daha da fazla olmak suretiyle) daralma gerçekleşmiş.
Yaşanan sektörel dönüşümün kadınların ücretli emeğine olan etkilerini incelerken durumu, hem şimdiye dek kentlerde emek yoğun, tekstil, hazırgiyim, deri vb. sektörlere yığılmış olan kadınlar işçiler açısından, hem de 4. düzey bölge denilen yerlerdeki Kürt kadınlar açısından değerlendirmek gerekiyor. 4. düzey bölgelerde şimdiye dek kentlerde olduğu gibi kadınların istihdam edilip, edilmeyeceği birkaç koşula bağlı: 1) Sözkonusu sermayedarların, teknoloji yoğun üretim yapan, yıldızı parlayan sektörlere geçmek yerine, emek yoğun sektörlerde sermaye birikimine devam etme kararı alması, 2) Böylesi bir karar alsalar dahi, üretim mekânı olarak Mısır, Filistin, Ürdün gibi yurtdışı mekanlar yerine, Türkiye içerisinde kalmayı tercih etmeleri, 3) Sözkonusu şirketlerin, büyük şehirlerde olduğu gibi, emek yoğun işlerde yine kadınları istihdam etmeyi tercih etmeleri, 4) Büyük şehirlerde kendilerine görece daha iyi işler bulabilen erkek işçilerin, istihdam olanaklarının çok dar olduğu 4. düzey bölgelerde şimdiye dek “kadın işi” olarak tanımlanan, sıkıcı, durağan, rutin emek yoğun işlere talip olmaması, 5) Çin, Hindistan gibi işçilerin günde 1,5 doların altında ücret aldıkları ülkelerle rekabet etmeye hazırlanan emek yoğun sektörlerde ödenecek ücretin asgari ücretin çok altında olacağı ortadayken, kadınların bu ücretlerle çalışmayı, hem evdeki hem de işteki çifte sömürüyü kabul etmeleri. Saydığımız bu koşulların tamamının gerçekleşmesi, sürecin aktörleri olan sermaye, devlet, kadın ve erkek işçiler arasındaki çatışma ve uzlaşma zemininin bulunmasına bağlı olarak sürece yayılacak gibi görünüyor. Sözkonusu bölgelerdeki kadınların, sermayenin razı geleceği koşullar altında istihdam edilmeleri sonucu hayatlarının daha iyiye gideceğini söylemek ise pek mümkün görünmüyor.
Öte yandan şimdiye dek büyük şehirlerde, emek yoğun sektörlerde faaliyet gösteren sermayedârlar içerisinde sektör değiştirecek ya da mevcut üretimini farklı bir mekana taşıyabilecek kadar yeterli sermaye biriktiren bir grup sermayedâr olduğu kadar, her ikisini de yapamayan ancak pazar payını kaybeden sermayedârlar da mevcut. Sonuçta her iki kesim de işçilerinin işine son veriyor. Dolayısıyla yaşanan sektörel dönüşümün büyük şehirlerde formal sektördeki kadın istihdamı üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu yukarıdaki verilere bakarak söylemek mümkün. Büyük şehirlerdeki kadınların teknoloji yoğun birinci grup sektörlerde istihdam edilip edilmeyeceği ise kadın işçiler ile teknik beceri arasındaki uçurumun kapanma ihtimaline bağlı.
Teknoloji yoğun üretimin önem kazanması, işgücünün teknik becerilere sahip olmasını gerektirdiği oranda sermaye, kamu bütçesinden finanse edilecek eğitimlere güveniyor. Bugün itibariyle Türkiye İş Kurumu (İŞKUR), işverenlerin bildirdikleri eğitim ihtiyaçları çerçevesinde eğitimler organize ediyor. Kadın emek gücünün ise sözkonusu teknik beceri eğitimlerinden dışlandığı aşikâr. İŞKUR’un şimdiye kadar sahip olduğu eğitim politikası, kadınları ev işinin uzantısı niteliğindeki işlere yönlendirmekten ibaret. Teknik eğitim programlarında, kadınlara yönelik pozitif ayrımcı uygulamalara yer verilmemesi, kadınların kamu bütçesinden sağlanan bu eğitimlerden faydalanmakta eşit imkanlara sahip olmayacağını gösteriyor. Şu durumda teknik beceri edinmek için kadınlar kendi eğitim masraflarını karşılamak durumda kalacaklar. Kadınlar bu eğitimler için gerekli maddi kaynakları nereden bulacak? Hem evde, hem de ek gelir getiren enformal işlerde çalışırken, teknik beceri eğitimi almak için gerekli olan zamanı nereden bulacaklar? Sabancı’nın 50 milyon dolar harcanan nanoteknoloji merkezinin, üniversitelerin genetik fakültelerinin ve laboratuarlarının kapısından kaç kadın girebilecek? Kısaca, teknoloji yoğun üretime öncelik vermek, kadın istihdam oranındaki düşüşü durdurmayacak. Tam tersine emek gücünün niteliğinde yaşanan böylesi bir dönüşüm sonucunda, formal işlerdeki çoğu kadının teknik beceri edinmiş erkek işçilerle yer değiştirmesi beklenebilir. Sonuç olarak kadın işçilerin daha fazla sayılarla niteliksiz, enformal işlere itilmesi söz konusu olmaktadır.
TÜİK’in verileri de kadınların gittikçe enformal sektör işlerine hapsolduğunu doğruluyor. Son iki yıl içerisinde kadınların gündelikçilik, bakıcılık, ve/veya evde üretilen küçük ürünlerin satışı gibi işlerdeki istihdam oranı artmış. Kadınların enformal sektör içerisinde yaptıkları işlerden biri de evde üretilen küçük mal ve hizmetlerin satışı. Özellikle yaşadığımız ekonomik kriz, hane başına düşen geliri ciddi biçimde düşürmüşken, kadınlar bir yandan formal işgücü piyasasından uzaklaştırılıp işlerini kaybediyor, bir yandan da hane gelirini arttırmak için ek gelir getirici enformal faaliyetlere odaklanmak durumunda kalıyorlar. Bıçak kemiğe dayandıkça daha kötü çalışma koşullarına razı gelip, iş aramaya çıkan kadın sayısı artıyor. Böylelikle istatistiklerde işgücü piyasasında kadın oranı yükseliyor. Ancak bu kadınlardan kaçı formal sektörde bir işte istihdam ediliyor? Son dönem kalkınma stratejisi olan YDSS’nin kadınların formal sektördeki istihdamını olumsuz yönde etkilediği ve kriz koşulları ile birlikte bu durumun daha da süratlendiğini görebiliyoruz. Bu duruma karşılık erkek egemen sendikal yapılardan bir çözüm beklemek bize fazla iyimser geliyor. Feminist bir bilince sahip bağımsız kadın işçi örgütlenmelerinin yaratılmasını ve güçlenmesini çok önemli buluyoruz. Ancak bu örgütlülükler vasıtasıyla sendikal yapılar içerisinde var olarak erkek egemenliğinin kırılması mümkün olabilir.
Sosyalist Feminist Kolektif