Katil Olan Ben Değilim

sirnak_bombalama_koylulerT.A.

Başbakan “Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz, her kürtaj bir Uludere’dir” buyurmuş. Otuzlarına gelen, iki kez kürtaj yaptırmış bir kadın olarak, sanki PKK’li olsa yapılması hakmış gibi yargısız infaz edilen onlarca sivilin katili devletle, aynı suçu paylaştığımı iddia etmesi, hem devletin suçunu hafife alıyor, hem de beni işlemediğim bir suçla itham ediyor.

Başbakan yasayla önü açık bir tıbbi müdahaleyi cinayet olarak niteleyerek, yaptıran kadınların ve kürtajı uygulayan hekimlerin hepsini anında “katil” sıfatıyla ötekileştiriveriyor. Tıpkı “Öyle tipler var ki, evlenmek diye dertleri yok!” diyerek aile ve çok çocuk diktesinden uzak yaşamak isteyenlere yaptığı gibi.

Devlet şiddetiyle, kadın üreme haklarının birbirine girdiği bu dışlayıcı dil aslında bana göre bu demecin en kötü yanı. Hemen sonrasında gelmeye başlayan açıklamalar ve haberler de ilgiyi bu üsluptan öteye çekip, altında verilmek istenen ve aslında makul olan bir mesajın varlığını imaya yönelik. Örneğin, Fatma Şahin başbakanın açıklamaları üzerine “Sayın Başbakanımızın cinayet dediği şey, bu tedbirleri almadan bebek oluyorsa kürtaj yoluyla da bu bebeği aldırıyorsa, bir canı yok ediyorsa, bu anne karnında da anne karnından çıktıktan sonra da yaşam hakkına müdahale olarak görmektedir” diyerek aynı sözleri biraz daha siyaseten doğru hale sokup, bize muhafazakar grupların sıklıkla gündeme getirdiği kürtaj hakkındaki etik tartışmaları uzatıveriyor.

Haydi, başbakanın amacının etik tartışmalar olduğunu varsayalım. Bu tartışmaya girmesinin, izlemek istediği bir nüfus politikasının söylemlerinin ardından gelmesi ilginç değil mi? On yıldır iktidarda olan ve muhafazakarlığını sıklıkla vurgulayan bir partinin konuyla ilgili tutumu neden ancak “3 çocuk” söyleminden sonra ortaya çıkıyor? AKP’nin zamanla güç toplayıp, topladıkça daha da pervasızca konuşabilmesi elbette bir açıklama, fakat diğeri de belli ki büyüklüğü ve gençliği arzu edilen bir nüfusun, bol bol ve sonlandırılmayan gebelikler sayesinde kadınlarca sağlanmasının istenmesi.

Demek ki derdimiz, aslında sadece artmak. Kadının kendi bedeni üzerindeki karar verme hakkı birden başbakan tarafından “Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu biliyoruz. Bu milletin çoğalması için asla bu oyunlara prim vermemeliyiz” şeklinde paranoyalarla yorumlanabiliyor. Kim bizi silmek istiyor bilemiyorum, ama gelişmenin doğal sürecinde bugüne geldiğimiz aşikar. Genç nüfus elbette avantaj, fakat bu avantaj elimizdeyken kullanabiliyor muyuz ki? Şu an genç nüfusun dağlarda ölmesini önleyebiliyor, yeterli şekilde istihdamını sağlayabiliyor muyuz? Nüfusun yarısını oluşturan kadınların sadece yüzde 27’sini işgücünde tutup; diğerlerini eve kapatmak yerine, hepsini istihdama katsak, sonra da “En az 3 çocuk” diye boğazlarına basmaktansa kreş olanakları, uzun ebeveynlik izinleri ve vergi avantajlarıyla hayatlarını kolaylaştırsak olmaz mı?

Bugün ise Recep Akdağ’ın açıkladığı yıllık kürtaj sayılarını okuyabiliyoruz bazı gazetelerde. Bu haberlerde 2009 yılında 60 bin, 2010 yılında 58 bin, 2011 yılında ise 69 bin kürtaj kaydedildiği yazıyor ve bu bir artış olarak yorumlanıyor. O zaman asıl kaygının kürtajda görülen artış olduğunu düşünelim. Tabii ki, kürtajların artması arzu edilecek bir durum değil. Kahire’de 1994’te yapılan Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’da da kürtajın bir aile planlaması yöntemi olarak lanse edilmemesi, ağırlığın gebeliği baştan engelleyecek mekanizmalara verilmesi salık verildi. Fakat AKP’nin gündemimize sık sık itelediği bir çok şey gibi, kürtaj sayısı da en son dert etmemiz gereken şeylerden biri.

Türkiye’de kürtaj hızı son 25 yıldır zaten düşüyor. Bundan 25 yıl önce 100 gebelikte 24 tane kürtaj yaptırıldığı tahmin edilirken, 2008’de bu sayı 100 gebelikte 10’a kadar düşmüş. Bakanlığın açıkladığı sayılara TÜİK’in ya da Bakanlığın sitesinden erişemediğimden kapsamı da bana göre belirsiz-2008’deki araştırmadan alınan kürtaj hızları 2011 nüfusuna yansıtılınca zaten yıllık 160 binin üzerinde kürtaj olması gerektiği ortaya çıkıyor. Bu da Sağlık Bakanlığı istatistiklerinin sadece devlet hastanelerinden geliyor olabileceğini düşündürüyor, ki şu durumda kürtajda devlet hastanesi tercihi azalmış, fakat toplam kürtaj sayısı yine de pekala düşmüş olabilir.

Türkiye’de 1983 yılında 2827 Sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’la, kadın hareketinin ve bu alandaki sağlıkçıların çabaları sonucunda kavuştuk on haftaya kadar talep üzerine kürtaj hakkımıza. Bu isabetli kararın tartışma götürmeycek gerekçeleri vardı. Örneğin bugün kürtajın yasak olduğu pek çok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de kürtaj yasakken kürtaj yapılmıyor değildi. Hatta kadınların güvenli olmayan koşullarda yaptıkları veya yaptırdıkları kürtajlardan dolayı hayati risklere girdikleri biliniyordu. Nitekim yasallaşmasından sonra anne ölümü oranlarında ciddi iyileşmeler oldu. Kanundan 30 yıl sonra, 2013’e gelirken geriye gitmenin, tekerleği yeniden icad etmek zorunda kalmanın akıl alır yanı var mı?
İster üslup olarak, ister etik tartışma olarak, ister halk sağlığı sorunu olarak tutmaya çalışın, her şekilde elinizde kalıyor bu sözler. Aslında derin derin incelemeye de gerek yok, çok da tanıdıklar: Amerika Birleşik Devletlerinde de savaş resimlerinin eşlik ettiği “Kürtaj soykırımdır!” sloganıyla, militarist zorbalığın kadın üreme hakkına bir tutulmaya çalışıldığı kampanyalara rastlanıyor. Hem de insan anmadan edemiyor-Mussolini de yıllar önce gelecekteki savaşlara yetecek kadar insanın yetişmesi için İtalyan ailelerine ideal çocuk sayısını oniki olarak belirttikten sonra kürtajı da yasaklamış. Hani batının ahlaksızlığını almayacaktık?

Türkiyeli kadınlara 2003 yılındaki bir araştırmada kürtaj nedenleri sorulduğunda yüzde 40’ı “başka çocuk istemedim”, yüzde 17’si de “bir önceki gebeliğim daha yeni bitti”demiş. Bu denli basit ve açık gerekçeleri anlayabilmek için kadın olmaya gerek yok. Gebeliği önleyici yönteme ulaşamayan kadınlar var, partneri olan erkeğin yöntem üzerinde tamamen söz sahibi olduğu kadınlar var. Hem hangi gebeliği önleyici yöntemi kullanırsanız kullanın, gebelikten yüzde yüz korunamazsınız; yüzde 1 ila yüzde 25 arası korumaz. İstemediği zaman gebe kalarak bunların ceremesini zaten yeterince çeken kadına gebeliğini sürdürmesini söylemek kimsenin haddine değil. Ama belli ki kadınların istekleriyle devletin istekleri örtüşmüyor, devlet yargısız infaz edip zeytinyağı gibi üste çıkarken, bizim teklemeyen çocuk makineleri olarak işlememizi istiyor. Bana biçilen bu rolü de, itham edildiğim katil sıfatını reddediyorum!

Yorumlara kapalıdır.