Mukaddes Erdoğdu Çelik
Sedat Selim Ay adlı işkenceci tecavüzcünün terfi etmesi kadın mücadelesi için önemli bir durum yarattı. Bu yeni durum polisin cinsel işkencesiyle yeniden mücadele gerekliliğinin ortaya çıkmasıdır.
Gerçekte işkence erkek egemenliğinin kadına karşı en çıplak, en aşağılayıcı ve en büyük acıların yaşandığı alandır. Bu öyle çok yönlü bir işkence durumudur ki, her birini açıklamak bile sayfalar tutabilir.
Çünkü, erkek ya da kadın işkenceci hem “namus bekçisi”dir, hem “namus kirleten”dir, hem de çırılçıplak gözleri bağlı hale getirdiği kadına “sen ne namussuz kadınsın, bunca erkeğin önünde soyundun” diyen arsızdır. İşkenceci cellatlar karanlık işkence tezgahların da ağzı salyalı aç kurtlardır. Hem kadını en aşağılayıcı yöntemlerine maruz bırakır hem de kadının üzerinden erkeğe en iğrenç işkencelerini uygular. Erkeği aşağılama yolu ve dili de kadına dair olur. Bu özde kadına yönelik işkence deneyimleri çok ama çok biriktir. Yine de bugün bütün işkence deneyimlerinin kadın cephesinden tekrar masaya yatırılması ve kadın bilinciyle analiz edilmesi gerekir. Ben de bu yazıda esasen deneyimleri böyle ele almak istiyorum.
İşkencehaneyle ilk tanışmamdan sonuncusuna kadar ilk karşılaştığım şey bedenimin erkek saldırgan diline muhatap olmasıdır. O… ile başlayıp s… ile biten, annemi eksik etmeyen bütün küfürlerin özel bir işkence türü olduğunun bilincine ulaşmam ise daha sonraları olmuştur. Bu yüzden de dışarda ve gözaltında karşılaştığım küfür ve fiili tacizleri kötü karşılasam da bir mücadele konusu olarak algılayamamışımdır. 12 Martta sadece ben değil, diğer tutuklu kadın arkadaşlarımda da böyle bir davranış haline tanık değilim. Hatırladığım tek “şişeyle tecavüz” duyurusuna da tecavüze uğrayan sahip çıkmamıştı ama 12 Mart’ta kontrgerilla şefi general Sunalp; “şişeye ne hacet, elimizde taş gibi delikanlılar var” diye yanıtlayarak erkek egemenliğinin işkencede tecavüzle ilişki tarzını açıklamıştı.
12Eylül’e ikibuçuk ay kala gözaltına alındığımda, birlikte sorguladığımiz genç kadın arkadaşın “kıskanıyorum” dediği iki şeyden biri, kot pantolonla gözaltına alınmamdı. Çünkü eteği polislerce sürekli başına geçiriliyor, bedeninin yarısı çırılçıplak hale geliyor, oradan oraya o halde dolaştırılıyordu. Gelen giden her işkencecinin sözlü ya da fiili taciziyle daha fazla yüzyüze gelmek zorundaydı. Ne vahim bir durum ki etek giymiş olmaktan dolayı kendine kızıyordu. Tabi “namusu için hesap vereceği köyde bir nişanlısı” vardı, benimse “kocam başımdaydı”. Erkek egemen devletin polisi için bunlar hem saldırı hem de namus bekçisi rolünü oynamasını sağlayan çelişkili durumlardı. Bize en aşağılık cinsel küfür ve muameleyi yapar, eşinin önünde tecavüz tehditini hiç eksik etmez, başka bir anda; “bak kocanın yanında … dedirme bana” derlerdi. Erkeği çözmek için kadına tecavüz ya da girişimi eksik olmazdı. Bizim de cinsel işkenceyi bilince çıkardığımız söylenemez. Örneğin, o işkence seanslarında sarfettikleri küfürlerin önemli bir miktarı annemin payına düşmüştü ama bunu hiçte önemsememiştim. Cezaevinden çıktıktan sonra anneme gülerek küfürlenden söz ettiğimde bana çok kızmış ve adamlara yanıt vermemiş olmamı kınamıştı. Annemin öfkesi çok ‘soyluydu’ ve onunki de bir kadın bilinciydi ama işte, bu düzenin namus anlayışına göre şekillenmişti.
12 Eylül’de biraz daha ilerlemiştik, hiç olmazsa “bir mağduriyet hali” olarak tecavüze uğramışlıktan söz eden dilekçe verebilenlerimiz olurdu. Biz de yanında yer alırdık. Ayrıntılarına kapılmadan sözün özü şu; cins bilincine sahip olamamak cinsel işkenceye karşı mücadelemizi yarım bıraktırmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül kuşağı politik kadınların cins bilincine ulaşamamışlıklarının başlıca belirtilerinden birisi bu durumdur. Bu yüzden de politik mücadeledeki kadınlar egemen erkekliğin “namus” ölçülerinin işkencecilerce ihlalinde genellikle suskun, gizleyici ya da basite indirgeyerek geçiştirmiştir.
90’lı yıllar kadın hareketinin varlığı koşullarında yaşandı. Feminist hareketin ardından sosyalist ve demokratik kadın hareketi ile Kürt isyanın içinde Kürt kadın hareketinin doğuşu her şey gibi, kadına karşı cinsel işkenceyle eski ilişki tarzını alt üst etti ve giderek cinsel işkenceye karşı güçlü bir kadın mücadelesi gelişti. Bu mücadele kadına karşı şiddetin her yerde ve her biçimine karşı mücadeleye eklenerek topluma yayıldı, yasal ve toplumsal değişiklikleri hızlandırdı.
Bugün tecavüzcü, katil bir işkenceci olan Sedat Selim Ay’ın(SSA) terfisine karşı mücadele sesinin yükselişi de birikmiş bilinç ve gücün göstergesidir. SSA’ın işkence ekibinin elinde sayısız kez işkenceye uğramış kadınlar olarak yaşadıklarımızı bir kez daha paylaşmak, bu nedenle gerekli hale geldi.
Öncelikle bir şeyi vurgulamalıyım; SS’i şahsen tanımadan, -daha doğrusu teşhis edemeden, çünkü gözaltılarımın çoğu aynı timin elinde geçmişti- işkencelerinden ve tecavüz işkencelerinden haberdar olmuştum. 90’ların ortasında birlik devrimi ve Gazi ayaklanmasından sonra Hasan Ocak’ın kaçırılmasına da denk gelen aylarda siyasi polisin operasyonları yoğunlaştı. Çok sayıda sosyalist kadın gözaltına alındığında TİM 3’te ağır işkencelere ama özellikle tecavüze uğradı. Bunun haberleri sosyalist basına sık sık konu olumuştur. Tecavüz işencesi tavan yapıyordu adeta ve kadınların birçoğunu derinden sarsıyordu. İşkencecilerin hedefi açıktı; saflara yeni atılan genç devrimci kadınları korkutmak için tecavüzü birçok işkencenin yanında deniyordu. Hatta sorguda biz önceki kuşak kadınlardan söz ederek “… orospusunun yetiştirdiklerindensiniz” gibi aşağılayıcı tehditler savuruyor, porno görüntüler gösteriyor, “partinizden kadınlar bunlar” diyorlardı. Bunlar sadece birkaç örnek. Tecavüz işkencesi veya tehditi henüz donanımsız yeni kuşak kadın devrimcileri edinilmiş kadın kimliğiyle yakalıyor sendeletiyor ve safları terke zorluyordu. O süreçte TİM 3 itirafçılardan ve ajanlardan da tecavüzcü ekipleri kurmuştu. Daha önce tezgahından geçtiğimiz işkence şeflerinin pek çoğunun adını duyuyorduk.
Gelişmenin yönüne bakınca devrimci kadınların tecavüz işkencesinden bu kadar çok etkilenmesinin altında ezilen cinse giydirilmiş namus gömleğinin dönüp onu vuran bir acı silaha dönüştüğünü görür olduk. Bir cins bilincinden, erkek egemen sistemin kuşatması gerçeğinden söz etmediğimiz zamanlardı. Namusu, tecavüz işkencesinden etkilenmeyi daha çok feodal kalıntıların üstünmüzdeki etkileri olarak niteliyorduk öteden beri. Ama işte bu etkiler mücadelenin çok sertleştiği bir süreçte işkencehanede ortaya çıkıyor, çok genç kadın yoldaşlarımızı vuruyordu. O halde bir şeyler yapmalıydık. Meseleyi tartıştığımız kadın arkadaşlarla ulaştığımız ilk sonuç; sosyalist kadınlarr olarak işkencede direniş çizgisinde olmaktan sorumluluğumuzun altını çizmekle başlamalıyız. Sorumluluğumuzun gereğini olarak işkenceler arasında ayrım yapmayan bir bilinçle hareket etmeliydik. Ha falakaya yatırılmıştık, ha elektrik işkencesindeydik ha tecavüze uğruyorduk… Hepsinin hedefi bizi çözmek ve devrimci davamıza, yoldaşlarımıza ihanet ettirmek olduğuna göre, aralarında bir fark gözetmek bizim işimiz olamazdı. Biz toplumsal sorumluklarımız nedeniyle işkenceye maruz kaldığımıza göre, suçlu olan tecavüzcülerdi. Cinsel işkencelerden ve sonuçlarından utanmak, ezilmek bizim işimiz olmamalıydı. Bundan işkenceci devlet ve uygulayan polis sorumluydu. “Namus” kavramına sindirilmiş olan hiçbir şeyi korumak görevimiz değildi. Devrimin ve devrimciliğin sorumluluğunu ancak böyle koruyabilirdik… Evet, böyle düşündük ve gerçekten de bu yaklaşım çok net ve devrimciydi. Devrimci yaklaşımı özellikle genç kadın yoldaşlarımızla bir an önce paylaşmak, işkencede tecavüz tehditine karşı ideolojik bir zırh kuşanması sağlamalıydık. Sonuçta bu minvalde bir yazı yazdım ve gazetede bu yazı çıktı.
Hayatın ironisine bakın ki yazının mürekkebi kurumadan ya da henüz aydınlatıcı bir ışık haline gelmeden SS’in şeflerden biri olduuğu TİM 3 tarafından değişik yerlerden bir gecede toplandık ve gözaltına alındık! Vatan’da küçük bir oda olduğunu tahmin ettiğim yerde topladıklarında gözlerimiz bağlıyken işkenceci şef Bayram Kartal teşrif etti önce. Gözlerimiz bağlı ama o birçoğumuzu tanıyor: O, Süleyman’a(Yeter) ‘sen ne zaman bu kadar terfi ettin!’ diyor. Bir başkasına; ‘binlerce markını iç ettik n’aber?’ diyor.
Beni görünce de; “Ooo … Mukaddes Ablam da gelmiş! Vay, çok yaşlanmışsın! diyerek aklınca ilk saldırısını yaptı. Bayram Kartal, ben ‘hastayım, oturacak sandalye istiyorum,’ deyince; “Mukaddes Ablama ne isterse verin” deyiverince beni tanımayan yeni işkenceciler bu işe çok şaştı. İşkencehanede kariyerim de iyidi hani! O gece büyükçe bir salonda önce ayakta bekletildik. Yanım sıra birçok kadın arkadaş olduğunu gözbağlarının altından gördüm. Hemen yanımdaki genç kadın yoldaşla ellerimiz buluştu, birbirimize selam verdik de. Fırsat buldukça başarı dilekleri ve konuşmama üzerine de bir iki fısıltımızı da hatırlıyorum. Ama sonra oradan oraya getir götür öyle çok oldu ki, yönümü ve zamanı kaybettim, yanımdaki kadın yoldaşların ne zaman yanımdan götürüldüğünü hiç anlamadım. Durumu az çok fark edebildiğimde Ayşe Yılmaz’ın, Sultan’ın polislerle tartışan seslerini duydum. Henüz tanımadığım bir bir kız çocuğu ayaklarımın dibinde yatıyordu! Bana verilen battaniyeyi altına doğru itmeye çalışırken fmf nöbeti nedeniyle kasılmalarım vardı, bu nedenle iniltilerim duyuluyormuş. Adını sonradan öğrendiğim Birsen de; ‘nereden getirdiler bu zavallı hasta kadını’ diye düşünürmüş meğer. Sonra tuvalette kolları çalışmadığı için pantolonunu indirme ve kaldırma işlerini yaptığımda ‘zavallı kadın’ fikrini değiştirmişti tabii ki.
İşkence ve tecavüz meselesine döneyim; başka örneklerin yanında yukarıda ifade ettiğim, işkencede tecavüz tartışmasına katılan genç kadın yoldaşlarımızdan biri işkence tezgahının pek çok türüne aldırış etmezken “namus”u sahiplenmiş ve devrimci direniş çizgisini terk etmişti! Bunun faturası da ağırdı. Asiye Zeybek ise öyküsünü kendisi yazdı; özeti; ‘tecavüzle kirlenmiştim ve temizlemeliyim. Olmazsa, hissetmeyeceğim yerlere kaçmalıydım, hiç olmamış gibi davranmalıyım!’
Demek ki, bizim bulduğumuz işkence türünü ayırt etmemek fikri çok geneldi. Mesele sadece devrim davasına karşı sorumluluk diyerek, tecavüz işkencesinin hedeflediği “namus” belasından kurtulmak olmuyormuş. Kadınlık hali aynı zamanda erkek egemenliğinin yargılarıyla edinilmiş bir bilinç haliydi ve bu bilinç çok kritik bir anda her şeyin üstünü, bir tecavüz tehditiyle örtebiliyordu. Bu çok acı gerçeği kırmadan dökmeden konuşmak, yaraları sarararak ilerlemek, bilinç kulvarını genişletmek gerekiyordu. O nedenle ve oradan itibaren işkenceden başlayarak kadın olma halleriyle bu kez başka bir bilinçle uğraşmaya başlamışızdır. Asiye bu girdaptan ancak en yakınlarının yoldaşlarının büyük emeğiyle çekip çıkarılmıştır. Tecavüz girişimleri ve tecavüz olaylarını çok yaşadık o 15 gün içinde. Hep birlikte ve sandalye üstünde 11 gün tutulduğumuz o odada, işkence tezgahına götürülmediğimiz zamanlarda da her türlü saldırıya muhataptık ama biz kadınlar özellikle cinsel hakaret ve tacize maruz kalıyorduk. Tuvaletlere iki kadın birlikte gitmeyi direterek, kavga ederek cinsel saldırıları önlemeye çalışıyorduk. Sürekli televizyon ve arabesk müzik yayını kulaklarımızı doldururken, sonradan izlenimlerimizi birleştirdiğimizde işkencecilerin porno filmler seyrettikleri sonucuna ulaşmıştık. Zaten geceleri rakı kokuları açlık grevindeki bizleri buluyordu. Dördüncü günden sonra kadın yoldaşlar hücrelere çıkarıldığından tek kadın olarak ben kaldım. O zaman tek cinsel saldırı nesnesi bendim onların gözünde. Gözlerim bağlı, yüzüm duvara dönük, iki yanımda iki erkek yoldaş vardı. Arkada da sıra halinde erkek arkadaşlar var. Yine de işkenceciler aradan geçerken ya dokunuyor ya kulağıma iğrenç şeyler fısıldıyorlardı. Sonunda şiddetli bir bağırtıyla, derhal taciz saldırılarını durdurup şeflerini çağırmalarını istedim. Aksi taktirde açlık grevini ölüm orucuna çevirecektim. Büyük gürültü koptu. Özellikle işkence şefi Bayram Kartal’ın derhal gelmesini istedik birkaç arkadaş birden. Bir şef geldi ve ondan sonra bana bu tür saldırılar yapmayı durdurdular. (İşkencecilerle sürekli kavga halinde olduğumuz anlardı. Çünkü para verip aldırdığımız sularımızı ve şekerleri çaldıkları gibi sulara uyuşturucu bir şeyler kattıklarından şüphelendi bizim Bayram(Namaz). İşkencecilerle tartışarak suları ve şekerleri de bacaklarının arasına yerleştirdi, komün başkanı olarak şekerimizi ve suyumuzu o servis etti bizlere.)
Doktora ve savcılığa götürürken de saldırgandı işkenceciler; payın en çoğu özellikle genç kadın yoldaşlara düşüyordu. Savcılık için beklediğimiz yerde bile saldırı oldu, cevaplarını da alıyorlardı elbet. Doktor muayeneleri de ilginçtir kadınlar bakımından; işkencede kolları felç edilen arkadaşları muayene etmek istemeyen, hele de çıplak halde içeriye işkenceci polisleri almakta ısrar eden hekim, “muayene istemiyorum, tezgaha yatırılmadım” dediğimde, sorumluluk alamam diye poz atmaya kalkışmıştı. Genç kadın arkadaşlar, içeriye polis alınmasında ısrar edildiği için Vakıf Gureba’da işkence raporu düzenletememişlerdi.
Toplamı üzerinden söylersek; 97 yılı biz sosyalist kadınların cinsel işkenceyle bu yeni düzlemde mücadeleye başlaması açısından bir dönüm noktasıdır. Ve 2000’de EKB’nin örgütlediği Gözaltında Taciz ve Tecavüze Karşı Kurultay toplandığında Türkiye ve Kürdistan’dan gelen kadınların işkencede tecavüze karşı Ses ve Cesaret kürsüsü olmuştur. Bugün geldiğimiz yolun üstünde tecavüz başta gelmek üzere cinsel işkencenin kafamızdaki yerini sarsma savaşı bu bağlamda toplam kadın mücadelemizin önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Bugün terfiyen TMŞ müdür yardımcılığına atanan SSA ve ondan önceki şefi Bayram Kartal, hemen omuzu sıra yürüyen Yusuf Öz, Ahmet Okutucu… ve daha birçoğu çektiğimiz acıların yaratıcılarıdır. SSA, işkence davasında sanık sandalyesinde otururken, duruşmaya tanık olarak getirilen ve tecavüze uğradığını henüz açıklamaya çalışan Asiye Zeybek’e karşılık; ‘efendim bu sanık her türlü muayeneden geçirilmiştir, şikayeti olmamıştır’ diyebilecek kadar kaşarlanmıştır. Asiye’yi, tecavüzle sorguda yenebilmişler ve suç duyurusu yapmasını engellemişlerdi ama itirafçılaştıramamışlardı, onun hıncıyla dopdoluydular ve Sultanahmet Adliyesi’nin duruşma salonlarında, koridorlarında tecavüzlerinden, katliamlarından hesap soran bizlere çok saldırmışlardır. Tümü hem öfkemizin hem işkencenin cinsel dahil tümüne karşı mücadelemizin hedefidir. İsmi geçen işkenceciler 90’lı yılların işkence ama özellikle kadınlara karşı cinsel işkencenin uzmanları olarak hak ettikleri yanıtı bu toplumdan alabilmelidir.
SSA, Bayram Kartal, Ahmet Okuducu aynı zamanda sayısız devrimcinin işkencede katlinden sorumludur. Hasan Ocak ve Süleyman Yeter’in ise doğrudan katilidirler. Kayıplar mücadelesinin de hedefi durumundadırlar.
SS, adının işkence ve tecavüzle duyulması üzerine, “o zamanlar yetkili değildik” demiş. Yalan söylüyor. O olsa olsa, henüz işkence eğitimini aldığı 12 Eylül’ün ilk yıllarında şef değildir. İşkenceden sorumlu olmak için şef olmak mı gerekiyor ki, işkence yapmak her şeyden önce insanlık suçu işlemektir. Kendisi, eskiden Emniyet Teşkilatında “takunyalılar” denen ve muhtemelen Başbakan Erdoğan ile Akıncılar geçmişini paylaşanlardandır. Devrimciler ve sözüm ona Marksizm eğitimini de 12 Eylülcülere itirafçı ve işkenceci olarak hizmet eden, dört devrimciyi rezil canını kurtarmak için bir günde katlettiren Şemsi Özkan ve onun itirafcılaştırdıklarıyla yapmış olmalıdır.
Bayram Kartal ise kendisini bulan gazetecilere; “bırakın bu zırvaları” demiş. Bu kaşarlanmış işkencecinin Kemik Kıran zamanından kalma olduğunu bilenimiz çok. 12 Eylül’de de operasyon ve işkence şefiydi. 12 Eylül yıllarında da İstanbul 1. şubede yaşanmış işkencelerin sorumlularından biridir. 90’lı yılları da işkence şefi olarak geçirdi. Onu en son üç sosyalist kadın olarak milletvekili adayı olarak seçim mitingimizde görmüştük; mitingimizin çevre güvenliğinden sorumluymuş!, kendi ifadesine göre. Pis pis sırıtışı da hatırımızda. Bir de, tecavüz ederek itirafçı yaptığı bir kadınla Kadıköy civarlarında yaşıyormuş diye duymuşluğumuz var. Güvenlik şirketinde şef olduğunu da şimdi basına verdiği demeçten öğrenmiş bulunuyorum.
Yalnızca kadınların değil, tüm ezilenlerin mücadelesi insanlık suçu işleyen bu işkenceci, tecavüzcü ve katil güruha gerekli yanıtı verebilmeli. Bu cevap, toplumsal kadınlık halinin en önemli alanlarından biri olarak dayatılan “namus” ve bağlantılı değer yargılarının yenilmesinde tüm toplum nezdinde kadın bilincinin saygınlık kazanmasında da önemli bir adım olacaktır diye düşünüyorum.