Ağlamaya Utanmak/Uludere’den…

img_1827Hülya Osmanağaoğlu

Neredeyse bir buçuk ay oldu Uludere’den döneli. Nisan’a bir hafta kaldı. Evinde kaldığım Sevim Encü ile görüşüyoruz telefonda. Halimizi hatırımızı soruyor, herkese selam söylüyor. Nisan’da gelip gelmeyeceğimizi sorup, gelince bende kalacaksın unutma diye ekliyor. O akşam tanışamadığım 13 yaşındaki kızı Asya ile de konuştum. Nisan’da tanışmak üzere sözleştik. Nisan ayı önemli Uludere katliamında yakınlarını kaybedenler açısından. Kar kalkınca bombalanan bölgeye yeniden gidip o geceden bir şey kalmış mı bakacaklar. Bir de Nisan’a kadar devlet sorumluları cezalandırıp ailelerden özür dilemezse Güney Kürdistan’a geçeceğini söyleyenler var.

21 feminist gittik Roboski’ye. Şırnak’ta Zilan Kadın Derneğinden Derya katıldı bize. Uludere’den sonra ise Uludere Belediye Başkanı da eşlik etti. Akşam saat 5’e doğru vardık. Köyün camisinin önünde durduk. En önde oturduğumuz için ilk Filiz’le ben indik. Kapıda bekleyenlerle görüştükten sonra diğer arkadaşların biraz arkada kaldığını fark etmeden girdik küçük camiye. Girişte botlarımızı çıkarıp iç kısma geçtiğimizde ellerinde kaybettikleri çocuklarının kardeşlerinin eşlerinin resimlerini tutan kadınlar karşıladı bizi. Hepsi benzer biçimde çerçevelenmiş fotoğraflarda bazen iki kişi vardı. Yani bir evden iki kişi kaybedenler vardı. Kadınlarla öpüşüp sarılmaya başladık. Kısık bir sesle acılarını paylaşarak sarılıyorlardı bize. Her sarılışta kulağımıza fısıldanan acı ile yüklenerek öpüyorduk kadınları. Ellerinde tuttukları resimlere bakınca ölenlerin çoğunun genç bile değil ergenlik çağında çocuklar olduğunu gördüm. Her bir resim ve her bir kadın ayrı bir acıyı temsil ediyordu. O sıra ilerledikçe acının büyüklüğü katliamın korkunçluğu zihnimdeki bir düşünceden içimdeki ağırlığa dönüşüyordu. En zoru, kadınların çoğu acılarını kulağıma Kürtçe fısıldarken onları anlamıyor olmaktı. Acılarını yeterince anlayamadığım için utanmaya başladım. Kürtçe anlamadığım için utandım. Ben onların dilini bilmezken ne yapsam yeterince ulaşamazdım ki acılarına. Bir süre sonra kalbimdeki ağırlığa boğazımdaki yumru eşlik etmeye başladı. Sessiz ağlamalarına ve fısıltılarına sadece sarılarak değmeye çalışmanın yarattığı çaresizlik hissi boğazımda düğümlendi. Elinde resimlerle o kadar çok kadına sarıldıkça katliamın korkunçluğu ve acının büyüklüğü de somutlaşıyordu aslında. Kadınlardan sonra erkeklerin ellerini sıktık Filiz’le. Kürt hareketinin deyimiyle “el vermeyen” hiç olmadı. Sonra ortadaki çocukları öptüm. Biz görüşmeyi bitirdiğimizde diğer arkadaşlarımız da kadınlara sarılmaya başlamışlardı. Caminin ortasında birlikte geldiğim arkadaşlarımla kaybettiklerinin resimlerini taşıyan kadınlara bakarken boğazımdaki yumru da büyümeye devam etti. Ortada sobanın yakınındaki bir sütunun önünde dururken ağlamamam gerektiğine karar verdim. Benim hissettiğim acıyı ağlayarak akıtmaya hakkım olmadığını düşündüm. Onların gözyaşları ve kısık sesli hıçkırıkları yaşadıkları korkunç acıyı temsil ediyordu. Onlar kadar canı yanmayan kimsenin boğazındaki yumrudan gözlerinde biriken yaşların ağırlığından kurtulmaya hakkı yok diye düşündüm. Herkesin sarılması ve görüşmesi bittikten sonra ortada toplandık. Yerlere oturduk. Bir sütunun önüne oturdum. Çevremdeki kadınları ellerindeki resimleri aklıma kazımaya çalışırken anlattıklarını dinlemeye çalışıyordum. Yanımda 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu oturuyordu. Azcık kenara kaydım birlikte yaslandık sütuna. Adı Ceva’ydı. Abisi ölmüştü. Üstü incecikti üşüyordu. Sarıldım oturmaya devam ettik. O sırada içimizden birinin konuşma yapması gerektiği, kim olacağı üzerine konuşmaya başladık. Herhangi bir konuşmanın ikinci cümlesini tamamlamam mümkün değildi. Ve hala ağlamaya utanıyordum. Kadınların kısık sesli ve doğal olarak Kürtçe ağıtlarını anlamadığım için de utanmaya devam ediyordum. Gözyaşlarımı tutmaya çalışıp Ceva ile sarılmış çevremi izliyordum. Neden olduğunu anlamadım hepimiz ayağa kalktık ve bir iki dakika sonra yeniden oturduğumuzda Ceva’yı kaybetmiştim. Yanımda kısık sesle mırıldanan kadına döndüm adını sordum. Sevim, dedi. Kimi kaybettin dedim. İki kardeşimi dedi. Elinde resim yoktu. Kaç yaşındaydılar dedim. Daha sonra gece boyunca hep yaptığı gibi sayı, yıl kullanmadan cevap verdi. Biri askerden dönmüştü diğeri şunun kadardı deyip 12-13 yaşlarında bir kız çocuğunu gösterdi. Orhan’mış adı, bilgisayar almak için para biriktiriyormuş. 50 lira kazanmak için gitmiş abisiyle birlikte. Okumuştum gazetede hikâyesini. Ama işte Sevim’den duyunca aynı hikâyeyi Orhan daha canlı bir ölü haline geldi. Boğazımdaki yumru büyümeye devam ediyordu. Sadece elini tuttum Sevim’in. Sonra hep el ele oturduk. Evlere dağılma vakti gelip ayağa kalktığımızda yine el eleydik. Evlere gidecekleri gruplaştırmaya çalışıyorlardı. Sevim, bize gelir misin dedi, tabi dedim. El ele beklemeye devam ettik. O sırada sakallı yaşlı bir amca geldi. Bize gelsene dedi. Sevim’i gösterdim. O benim kızım zaten, dedi. Başkası da gelsin, bizde çok kadın var dedi Hacı amca. O sırada kalabalık gruptan biraz ayrı duran arkadaşlardan birine takıldı gözüm. Diyarbakır’dan bize katılan ekipteydi: Vakad’dan Sema. Sen nereye gidiyorsun dedim, belli değil deyince gel birlikte gidelim dedim. Arabada çantamı bırakmıştım. Dışarı çıktık. Arabanın yanında şoförü beklerken Sevim elimi ablasının eline verdi. Beklediğimiz süre boyunca abla da elimi bırakmadı hiç. Toplam üç köye dağılacaktık. Hacı amca ile Sevim’in evleri bizim önünde indiğimiz caminin hemen arkasındaymış. Diğer köylere gidecek arkadaşlar araçlara binecekti. Araçtan çantamı aldıktan sonra Sevim’in ablasıyla el ele yürümeye başladık caminin yanından yukarıya uzanan karlar altındaki patikadan. Sema da hemen arkamızdan geliyordu. Yarı yolda Hacı Amca yetişti ve zafer kazanmış bir edayla gülerek “iki tane daha getirdim” dedi: Morçatı’dan Selime ve Gülten. Evlere vardık. Aralarında 20’şer metre olan dört-beş evin ortasındaydık. Hepsi Hacı amcanın çocuklarına aitti. Hangisine gideceğimiz üzerine lafladılar ve Hacı amcanın evinde karar kılındı. İlk girişten sonra iki kapı vardı. Birinden girdik, kocaman üç tarafı sedirlerle çevrili odaydı, oradan da mutfağa geçiliyordu. Soba yanıyordu ve içerisi sıcacıktı. Üç tane yine ergenlik çağında erkek çocuğu oturuyordu. Kardeşleriymiş. O sırada Sevim de geldi. Evdeki genç kadını gösterip, “Sibel, kardeşlerine bakmak için evlenmedi” dediler. Gece öğrendim Sibel sadece 19 yaşındaymış. Yere serilen sofra bezinin üstüne çorbalar, salatalar peynir tereyağı ve tandır ekmeği geldi. Şırnak’a girmeden önce evinde kalacağımız ailelere yük olmamak için yemek yediğimizi hatırladım. Yine utandım, nasıl da düşünebilmiştik bizi yemek yemeden bırakacaklarını. Yemeğe başlayana kadar ve yemeğim bittikten hemen sonra Sevim ile el ele oturmaya devam ettik. Hatta bizim kızlar “en çok Hülya’yı mı sevdin” diye espri yaptılar. Sevim ve ablası Kürtçe bilip bilmediğimizi sorduklarında aynı utanç bastı yine. Acılarına dokunacak kadar Kürtçe bilmiyordum. Kürtlerden acılarını bile Türkçe yaşamalarını istiyorduk… Oda kalabalıklaşmaya başladı. Sıradan katliamın olduğu geceyi anlatmaya başladılar. Yirmili yaşlarını geçmiş bir erkek kardeş anlattı önce. Arada Sevim kocasının da katliamdan sağ kurtulduğunu söyledi. Arada kapı açıldığında bize merhaba diyen 20’li yaşlarındaki erkekten sonra “kaç kardeşsiniz” diye sordum. Konuşan genç “sekizdik Orhan ile Zeydan ölünce altı kaldık, dört tane de kız var” dedi. Hah dedim kendi kendime, buldum “Kürt patriyarkayı”. Kızlar çocuktan sayılmıyordu işte! Sonra Hacı amca anlatmaya başladı. Ardından az önce kapıdan merhaba diyen erkek kardeş. Ve hepsi “o geceyi” anlatmaya başlarken geçen Haziran ayında da annelerini yüksek tansiyondan kaybettiklerini söylüyordu. Yani aile bir acıyı atlatamamışken bu katliamın acısını yaşamıştı. İlköğretim öğrencisi Orhan çok çalışkanmış ve hocaları çok seviyormuş. Neşeli bir çocukmuş ve okuldaki adı “Gülen Orhan”mış. Zeydan da nişanlanmak için hazırlık yapıyormuş zira “artık askerlik de bitmiş”. Katliamda grupta bulunanların çoğunun deneyimsiz olmasının ölü sayısını artırdığında hemfikirler. Evdeki erkeklerin hepsi (yıllar öncesinde Hacı amcadan başlayarak) gidiyormuş sınır ticaretine. Büyük abi konuşurken köyde bu işe gitmeyen erkek olmadığını söyledi. Kendisi de birkaç ay çalışmak için İstanbul’a geldiğini, Kayışdağı’nda bir fırında çalıştığını ama sigortasız çalışırken aldığı 600 lirayla hem kira verip hem geçinip hem de para biriktirmenin mümkün olmadığını anlattı. Yakacak bile alamıyorduk, nerede kaldı karımı çocuğumu getirmek, diye devam etti. Genç köylüler arasında İstanbul’a gelip şansını deneyenin çok olduğunu ama hep geri dönmek zorunda kaldıklarını ekledi: “En azından burada yakacak odunumuz var. Yiyecek ekmek bulabiliyoruz. Kendi insanlarımızla birlikteyiz”. İstanbul’a gelmişler Kürt işçi olmuşlar aç ve soğukta kalmışlar. Roboski’ye dönmüşler Kürt olmuşlar ÖLMÜŞLER…

Sonra Servet geldi. Sevim’in katliamdan sağ kurtulan kocası: Servet Encü. Aslında grubun daha gerisinde olan bu nedenle bombardıman sırasında uçaklar görmediği için kurtulan iki kişi daha varmış ama onlar kimliklerini basına açıklamıyorlarmış. Servet ise bombalamayı cep telefonuyla haber vermiş. İlk bombalamadan sonra kendini sınırın Türkiye kısmına yuvarlamış ve ters tarafa giden arkadaşlarının ikinci sefer de ve üçüncü seferde nasıl öldürüldüğünü görmüş. “Demek ki Allah beni çocuklarıma bağışlamış” diyor. Servet hikâyesini anlatmaya başladığında 29. Kürt isyanının tarihini dinliyorsunuz. 78’de PKK’nin kuruluşuyla başlıyor. 80’lerin başında boşaltılan sınır köyünde yaşıyorlarmış. Orada tarım ve hayvancılıkla rahatlıkla geçinirken bu köye sürülmüşler. Sınır ticareti serbestmiş. Buraya gelince de devam etmişler. Servet kendisinin de babası gibi Güney’e çocukluğundan itibaren gittiğini söylüyor. Bu sınırdan PKK’nin hiç eylem için giriş yapmadığını bu nedenle uçaklara bombardıman emrini verenlerin sivillerin bombalandığını bilmemesinin mümkün olmadığını anlatıyor. Son yıllarda sınır ticaretine baskının arttığını özellikle sigara geçirilmesine müdahale edildiğini bu nedenle daha çok mazot taşındığını söylüyor. İster istemez Tekel’in özelleşmesini ve uluslararası sigara markalarının baskısından kaynaklandığını düşünüyorum. Yıllar içinde sınır ticaretinden pay alan komutanların ya da bu işi bitireceğim diyenlerin gelip gittiğini ama köylüleri durduramadığını söylüyor. Başka çaremiz yok, iş yok maaş yok, diyor. PKK’nin eylem yapmadığı bir yer olduğu için neredeyse bütün köylülerin geçim derdine koruculuk için başvurduğunu ama çok azının korucu olabildiğini ekliyor. Son seçimde oyların BDP’ye çıkmasına da devletin öfkelendiğini düşünüyor. Evin koridorunda asılan Selma Irmak’ın resimli afişini hatırlıyorum. Hacı amca önünde durup “onu çıkarmak için oylarımızı verdik ama bırakmadılar” demişti. Servet uzun uzun geceyi anlatıyor. Ruh halinin nasıl olduğunu doktora görünüp görünmediğini soruyorum. Uyuyamıyormuş ve cevap sarsıcı: “Ben tek sağ kalan tanığım. Bana ilaç falan verir saçmalatırlar. Bu devletin hastanesine de güvenmiyorum. Anlatabildiğimce sesimizi duyurmak için devam edeceğim”. Servet’in ailesi Güneydeymiş. Sevim ile Servet’e de gelmelerini söylüyorlarmış. Sevim bu halde ailesini bırakamayacağını söylüyor. İki kardeşi ölmüş, kocası tesadüf eseri kurtulmuş. Sevinememiş. Nasıl geçineceklerini bilmiyor. İki tane hayvanları dışında hiçbir şeyleri yok. Servet’in bir daha sınıra gitmesi mümkün gözükmüyor. Zaten kayıpları olan ailelerden kimse gidemiyormuş sınıra. Devletin sus payını da almayı düşünmüyorlar. Bütün evlerde aynı şey söylenmiş. Acılarını biraz olarak hafifletmek için katliamın sorumlularının yargılanmasını ve devletin özür dilemesini istiyorlar. Hayatlarını sürdürebilmek için bu katliamın yargılanmasını bekliyorlar.

Saatler ilerliyor. Yan odada yataklarımız serilmiş. Sevim ile sarılıyoruz. Mutlaka baharda görüşmek üzere diyerek ayrılıyoruz birbirimizden. Dördümüz ve geldiğimizden beri bize yemeği hazırlayan Sibel birlikte odaya uyumaya çekiliyoruz. Ve son olarak Sibel bize acısını, “o geceyi” anlatıyor. Evde en çok da Orhan’ın yokluğunu ne çok hissettiğini anlatıyor. Sibel’in en çok canını acıtan tüm çocukların mezarlarının başında anaları ağlarken Orhan’la Zeydan’ın başında analarının ağlayamaması olmuş. Giden heyetlerden gece kalan bir tek biz olmuştuk. Eve her gelen giden gece yanlarında kaldığımız için defalarca teşekkür etmişti. Sibel’i de dinleyince anladım bu teşekkürlerin nedenini. Heyetler geldiğinde her aileden en fazla bir kişi acısını anlatma şansı bulabiliyordu. Biz kaldığımızda herkes anlattı, anlattıkça acısını paylaştı. Uyumadan önce acılarını aklımıza yazmaya çalıştık. Gidin ve anlatın acımızı dediler. İntikam değil adalet istediklerini, savaş değil barış istediklerini söylediler. İstanbul’a indiğimizde hepimizin telefonları sırayla çalmaya başladı. Bir gece önceki ev sahiplerimiz arıyordu, yolculukta sorun olup olmadığını soruyorlardı. O acıyla bile bizi düşünmüşlerdi. Bize de Roboski’yi unutmamak unutturmamak kaldı. Ağlamamaya çalışıyorum. Böylece her Roboski adı geçtiğinde yaşanan acıyı hatırlayıp unutturmamak sıradanlaştırmamak için.
Newroz piroz be!

Yorumlara kapalıdır.