Posts Tagged ‘erkek şiddeti’

Kadına Karşı Şiddete Karşı

501-260Sibel DAĞ
dagsibel@hotmail.com

I.

‘Kadına yönelik şiddet’ toplumsal yaşamda artık epey bilinen ve rahatlıkla kullanılan bir tanımlama. Her ne kadar tamlamanın içinde şiddetin failiyle ilgili bir giz varsa da bu kullanım kadın merkezli bakış açısının yerleşmesi açısından oldukça önemli. Başta kadın hareketi olmak üzere konuyla ilgili farkındalık yaratmayı hedefleyen tüm öznelerin tam da bu faili analiz etmekle ilgilendiğini biliyoruz. Eril olanla yani. İfadede adı geçmediği için hafif torpil görse de bu basbayağı erkek şiddeti.

Erkek şiddeti deyince de en başta kocalar, babalar, abiler akla geliyor çünkü aile içi şiddet, kadına yönelik şiddet türlerinden en yaygın olanı ve özel alana ait bir sorun olarak görüldüğü için de ihmal edilmiş bir alan. Kadın hareketinin temel kazanımlarından biri de ‘aile içinde kadına yönelik şiddet’in kamu sağlığını, insan haklarını ve ceza hukukunu ilgilendiren, bu nedenle de kamusal alanda tanımlanması ve ele alınması gereken bir sorun olduğu görüşünü yaygınlaştırmış olmasıdır. 1

Aile içi şiddet, kadına yönelik şiddet türlerinden biridir ve “temelini cinsiyetlerin toplumsal hayattaki eksik ve kusurlu yapılanışından alır” 2. Bu kusurlu yapılanış namus cinayetlerinden lgbti’lerin maruz kaldığı ayrımcılığın, nefretin ve cinayetlerin, erkek mağduriyetinin de kaynağı aynı zamanda. “Kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak tanımlanmış kadınlık ve erkeklik rollerinden kaynaklı yaşadıkları tüm şiddet türleri ve bunların yaşandığı tüm mekanlar (ev, sokak, işyeri, okul, karakol, kışla) ‘toplumsal cinsiyete dayalı şiddet’ kapsamına giriyor”. 3

Kadına yönelik şiddet aile içini aşan bir şekilde yaşam döngüsü içinde ele alındığında neredeyse doğum öncesi dönemde başlayıp ölene kadar devam eden bir süreç olarak değerlendiriliyor. 4 Cinsiyet seçiminin kız çocuklar aleyhine belirlenmesi, kız bebeklerin öldürülmesi, zorla evlilik, kadın ticareti, intihara zorlanma, kadın cinsel organına zarar verme vb geleneksel uygulamaları da kapsayan kadına yönelik şiddetin diğer türleri arasında silahlı çatışma durumlarında kadınların insan haklarının ihlal edilmesi de var. 5 2002 yılında kurularak faaliyetlerine başlayan Uluslararası Ceza Mahkemesi sistematik tecavüz-ırza geçme, cinsel kölelik, fuhuşa zorlama, gebeliğe zorlama, kısırlaştırmaya zorlama gibi eylemlerin belli kriterlere göre insanlığa karşı suç, savaş suçu ve soykırım suçu kapsamına alınmasını mümkün kılmıştır. 6

Her ayrıntıda kadınların biyolojik varlığının toplumsal normlarla anlamlandırıldığını bir kez daha görüyoruz. Kadın bedeni toplumu terbiye etmenin alanı olabiliyor, hem fiziksel hem simgesel anlamda. Tüm bu nedenlerle kadına yönelik şiddet tarihsel, toplumsal, siyasal, hukuksal açılardan çok geniş bir alanın konusu. Kadın yönelik şiddet 1993 tarihli Birleşmiş Milletler Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi’nin birinci maddesinde, “ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlanıyor. 7 Şiddet pratikleri de yaygın olarak fiziksel-psikolojik-ekonomik-cinsel şiddet şeklinde sınıflandırılıyor.

Kişinin zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan (veya sonuçlanması muhtemel) her tür tutum, davranış ve eylem ‘şiddet’ kapsamına girse de bu sözcükle daha çok fiziksel şiddet akla geliyor ve nerdeyse aile içi şiddetle özdeş bir kullanımla gündelik dile yerleşmiş durumda. Şiddet sözcüğünün ne zaman dolaşıma girdiği ayrı bir çalışma konusu ama bilinen o ki kadınların ilk eylemlerinde ‘dayak’ sözcüğü var ve o eylemler mücadele tarihinde çok önemli bir yere sahip. [Feminist hareket açısından artarda yapılan kampanyalar, protesto eylemleri ve tartışmaları hızlandırmasından dolayı yeni bir dönem başlangıcı sayılan “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” (Mayıs 1987) kadınların özel alanda yaşadıkları şiddeti kamusal alana taşıyıp sorunsallaştırdıkları ilk yürüyüştü. Ayşe Gül ALTINAY, Yeşim ARAT, Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, İstanbul 2007, s.18]

Gerçekten fiziksel şiddet tamlaması biraz estetik durmuyor da değil. Örneğin görüşme yaptığınız kadının “babam bana fiziksel şiddet gösterdi” demesi ile “babam üzerime kaynar su döktü, kaburgamı kırdı” demesi arasında büyük bir fark hissediyorsunuz. Çok ‘şiddetli’ bir fark… Aslında toplumun da böyle hissetmesini istiyorsunuz. Bu sözcüğü kullanan herkesin… Şiddet üzerine aldıkları önlemleri sıralayan bir devlet büyüğünü dinlerken mesela, ya da TV’de kadın programında bir uzman soğukkanlı açıklamalar yaparken. Dayağa, işkenceye giden yolun nasıl itina ile döşendiğini görmeyen her yorumun nasıl da “kadınlar çiçektir” yapaylığına hapsolacağını görüyorsunuz. Herkes şiddete karşı ama neyin şiddet olduğu neyin olmadığı noktasında tereddüt başlıyor. Cinsiyetçi-ayrımcı davranışlar ve kodlarla ilgili muğlaklık diz boyu. Bu nedenle bir devlet büyüğü tarafından meydanlarda bir kadın için laf arasında sarf ediliveren “kadın mı kız mı belli değil” cümlesinin ciddiyeti anlaşılmayabiliyor.

Kaba şiddet ve cinayetin bol olduğu yerde diğer ayrımcılık ve şiddet türleri görünmez kalıyor haliyle. Üstelik kocaların, babaların, eski eşlerin, sevgililerin yaptıkları toplumun bütününden bağımsız ele alındığında sterillik de sağlanmış oluyor. Yani bu manyak kocalar dışında her şey yolundaymış gibi ideal bir toplumda yaşadığımız yanılgısı var. Şiddet birtakım haddini bilmezlerin işi olduğu müddetçe sorun yok sanki. Oysa tersinden, “aslında şiddetsizlik mümkün mü” diye sormak gerekmez mi? Muhtemelen döven adam sadece karısını dövmüyor; maçlarda da, kendinden olmayana karşı gösterdiği tavırda da aynı kişi olarak varlığını sürdürüyordur. Amiyane tabirle şiddet iliklerimizde, önce bunu kabullenmek gerek. Yoksa sığınma evinde kalan bir kadının diğerinin saçını yolmak suretiyle kafa derisinde oluşturduğu küçük kelliğin içimizde yarattığı büyük boşluğu kavramamız güç olurdu.

İliklerimize işlemiş bu musibetin en çok da kadınları bulmasının bir anlamı olmalı elbette. Biz bunları tartışa dururken ölümü ile medyada gündeme gelmediyse eğer adını duymayacağımız yüzlerce kadının hayatında şiddet son hızıyla yaşanmaya devam ediyor. Kendisi bir çırpıda tüketilen bir sözcük ama hikayeler öyle değil. Gece vücudunda sigara söndürerek tecavüz eden kocasından sabah eve gelen sucunun eline gizlice sıkıştırdığı not sayesinde kurtarılmış kadınla görüşme yaptığınız sırada bunu yapan o kocanın şu an bir yerlerde hayatına devam ettiğini düşünmek, işyerinde veya kahvehanede sohbet ediyor olduğunu bilmek en hafifiyle çok tuhaf!

Kocaların, babaların ruh hastası olduklarını düşünüyorsunuz, belki öyle olmalarını diliyorsunuz, sonra üzülerek pek de ‘toplum dışı’ olmadıklarını kavrıyorsunuz. Çoğu işine gücüne giden, düzenli hayatı olan insanlar. Muhtar var, müzisyen var, öğretmen olanı var, patron olanı… Kendi düzenini tıkır tıkır sürdüren varlıklar yani! Anlaşılan açıktan görünen özelliklerden değil, daha derinde bir yerlerde konuşlanan bir haleti ruhiyeden söz ediyoruz. Güçlü, yenilmez doğaları müsaade etmediği için mahrem alanlarda ortaya çıkmaya alışmış erkeklik hallerinden, bu hallerin bazen şirazeden çıkmasından, ormana götürdüğü karısının burnunu kestikten sonra karşısına geçip sigara içmelerden… [http://www.milliyet.com.tr/cinsel-organi-yakildi-burnu-kesildi-gundem-1899144/ ]

Bu psikolojiyi irdelemeyi ilerleyen satırlara bırakalım ama insanların bu kadar hastalıklı olup bu kadar normal hayatlar sürmeleri gerçekten dehşete düşürmüyor mu insanı? Önce hastalık, sağlık, normal, anormal kavramlarının nasıl birbirinin yerine geçebileceğini idrak ediyorsunuz. Sonra tımarhane denen sınırın dışı normal kabul edildiğinden (veya hastalığın orada sıkışması gereken bir şey olduğunu bildiğimizden) toplumun arızalarının gizlendiğini anladığınızda iş çözülüyor. Yani bu normallik denen halin nasıl patolojik olduğunu kavrıyorsunuz, “karnından sıpayı, sırtından sopayı” normalliği… Burada kritik sözcük tutarlılık aslında… “Kocasının nikahında” tabiriyle kocasının sözünden çıkan kadının kötü muamele görmesi arasındaki tutarlılık.

Sonuçta toplumun kabul ettiği (onayladığı) ile reddettiği arasındaki diyalektik ilişkiden bahsediyoruz. Kızını kötü niyetli insanlara karşı korumak isteyen bir babanın, onun davranışlarına sınırlama getirmesi çok masum görünebilir; ama aynı babanın yan apartmanda ‘dul’ yaşayan veya ‘açık’ giyinen kadın için beslediği niyetler tam da bu masum kaygının tamamlayıcısı olabilir. Çocukların sağlığı adına pornografiyi yasaklayacak kadar korumacı tavır alan bir toplum için çocuk evliliğinin meşru olması gibi. Bu gerçekten pek çok açıdan kurcalanması gereken bir ikiyüzlülük… Namus gibi erkek icadı kavramlarla cinsel alanın erkeğin yararını gözetecek şekilde dizayn edildiği gerçeğini biliyoruz. Erkeğin içgüdüsünü destekleyen en karanlık uzlaşmayı belki de ensest gerçeğinde görüyoruz. Kadına kesinlikle inanılmaması veya kuyruk salladın diye suçlulaştırılmasından feci bir tavır daha var; baba tecavüzüne maruz kalmış bir genç kızın susması yönünde çabalayan aile silsilesi… Evet inandıkları durumda da kadın sussun istiyorlar. O halde soru şu, bu sır açığa çıktığında parçalanacak olan nedir ki mağdurdan değil failden yana tavır alınır?

Kabul edelim ki sexüel patalojilerin gizlenmesini mümkün kılan bir toplumsal var, bu toplumsalı örgütleyen bir siyasal da var. İBB’ye ait bir havuzun 2013 yaz dönemi pr ogramında öğrenciler yaş ve cinsiyete (4-6 yaş dahil) göre gruplara ayrılmış ve 12 yaş kız öğrencilerin ders saatinde erkek ebeveynlerin havuza gelmesini engelleyen bir kural konmuştu. Düşünmeden edemiyor insan, 12 yaş kız çocukların yanında erkek veli içeri almayan kamu yöneticileri hangi klasmandadır, koruyan mı tehlike arz eden mi? Belli ki ve ne yazık ki bu kural havuzun kenarında çocuklarını izleyecek ana babaların hoşuna gitmişti, tribünlerin onayı olmadan bu uygulamayı sürdürmek zor olurdu zaten.

Yüzyılların ürünü olan erkek egemen zihniyetin bugünkü muhafazakar iktidarla yaptığı dans ve bunun kadınlar aleyhine yansımaları başlı başına bir konu. Kadına karşı şiddeti konu eden ve 2012 yılında yürürlüğe giren 6284 sayılı kanun, kadın örgütlerinin tüm karşı koyuşuna rağmen, “ailenin korunması” ibaresiyle başlamıştı. Hükümetin yasal düzeydeki girişimleri, uygulamaları veya açıklamaları pek çok platformda tartışılıyor, eleştiriliyor ve bu durum sonlanacağa da hiç benzemiyor. Değil alt metinler, kullanılan dilin direkt kendisi infial yaratmaya yetecek güçte. Dilimize Mor Çatı sayesinde ‘sığınmaevi’ olarak yerleşmiş bir hizmet için (kanunda ve kamu hizmetlerinde) ‘konukevi’ tabirinin yeğlenmesi de sorunu dayandırdıkları varsayımın açık bir göstergesi sayılabilir.

Gündelik yaşamdan kamu hizmetlerine dek, erkek egemen sistemin verileri itinayla işlenmiş durumda. Bu izleri takip edince görüyoruz ki bazen açık bazen örtük ama mutlaka bir kadın karşıtlığı var. Erkeğin olmadığı yerde erk’in devraldığı bir karşıtlık. Böyle olunca sıradan vatandaşı geçelim, geç vakte kadar dışarıda gezdiğin için baba dayağını hak etmişsin diyen polis, bekareti duruyor diye tacize soruşturma başlatmayan savcı, kocanın tecavüzünü suç saymayan hakim, karı-koca kavgası diye darp raporu vermeyen hekim tuhafımıza gitmiyor. Taktığı poşuyu delil sayıp bir genci (25 ay) içeri atabilecek süratte bir kanun uygulayıcılık varken kadına yönelik suçlarla ilgili hala bir yasa olmaması çok anlaşılır oluyor. Sonuçta kadın cinayeti işleyenler gibi kanun koyucular-uygulayıcılar da bu toplumun içinden geliyor, entelektüel kapasiteleri, analitik düşünme becerileri, değer sistemleri toplumun diğer kesimlerinden farklı değilse farklı bir bakış beklemek abesle iştigal.

Sorun ‘erkek akıl’, kimin taşıdığı önemli değil. Hatta zarar gören de yalnızca kadınlar değil. Erkek egemen sistem aslında erkeklerin de aleyhine bir sistem. Militarist pratiklere maruz kalmak belki ilk akla gelebilecek dezavantaj.[Gazeteci İsmail SAYMAZ’ın şüpheli asker ölümlerinin incelendiği çalışmasında askerlik kurumunun tüyler ürpertici gerçeklerine tanık olmak mümkün. Esas Duruşta Cinayet, İletişim Yay, 2014] Gündelik hayatta kadınların karşılaştığı şiddet biçimlerinin normalleşmesiyle militarist yapının erkeklik rollerini pekiştirmesi arasındaki sıkı ilişki toplumsal cinsiyet çalışmalarında önemli bir vurgu. Ve bunun öznesi olan erkeklerin de pekala ‘müşteki’ konumuna girebildiği açık. Bu anlamda ataerkil normları sorgulayan, toplumsal cinsiyet rollerinin erkekler üzerindeki dayatmaları ve bunun ağır bedellerini tartışan erkeklik çalışmalarının da hız kazandığı görülmekte.8

II.

Kadına şiddet sorunu düşünülürken erkeklerin mercek altına alınmaması, iflah olmazlar düşüncesinden öte bir çeşit doğal felaket kabulü ile yaygın tabirle “onunla yaşamayı öğrenmek” stratejisi sanki. ‘Rehabilitasyon’un temelinde kadını korumak var, tedbir niyetiyle de olsa kadınlar (ve çocukları) sığınma evlerinde kapalı tutulurken adamlar dışarıda hayatı kendi istedikleri şekilde organize etme olanağı buluyor ve de tehditle, şantajla gücüne güç katabiliyor. Aslında gerçek, bir zavallı mahlûkata ödün vererek onu sakinleştirmeye çalışıyor olduğumuz.

Şiddet uygulayan erkeğin özellikleri incelendiğinde sahiden ortaya acınası bir durum çıkmıyor değil. İnsanların genellikle ‘yetersizlik duygusu’ ile baş edemediği için şiddeti bir çıkış yolu olarak gördüğünü; dayak atan kişilerin aslında eksik, zavallı hissettiklerini, karşıdakini güçsüzleştirdikçe kendilerini güçlü hissettiklerini biliyoruz. Şiddetle ilgili bazı psikanalitik görüşleri aile içi şiddet konusuna uyarlayan Işıl Vahip, “evde eşini döven erkeklerin çoğu, sanılanın aksine dışarıda çok uyumlu, anlayışlı görünür. Bu bireyler, evde saldırgan bir tutum sergiledikleri halde, dışarıda yineleyici biçimde, kendi yaşamını istediği gibi yönetemeyen edilgin kurbanlar durumuna düşer” diyor.9  Düşük benlik saygısı, bağımlılık, özgüven eksikliği, engellenmeye karşı düşük tolerans gibi şiddet uygulayan bireylerde görülen özelliklerin çocukluk yaşantılarıyla bağı ve gelişimsel süreçlerle ilişkisi psikiyatri-psikoloji literatüründe ele alınan bir konu.10

Şiddettin nedenleriyle ilgili olarak bilimsel çalışmalar ışığında geliştirilmiş çok çeşitli açıklamalar var. Şiddet uygulayan bireylerin (ve mağdurların) kişilik özelliklerine (genetik yatkınlık, endokrin yapılar, beyin disfonksiyonları) odaklanan biyopsikopatalojik modeller indirgemeci olmakla eleştirilse de 11 şiddet eğilimi olan erkekler arasında ‘kişilik bozukluğu’ tanısı olanlara sık rastlanıyor.12 [DSM-IV’e (Amerikan Psikiyatri Birliği’nin psikiyatrik hastalıkları sınıflandırma sistemi) göre kişilik bozuklukları: Paranoid Kişilik Bozukluğu (KB), Şizoid KB, Şizotipal KB, Histriyonik KB, Borderline KB, Narsisistik KB, Antisosyal KB, Obsesif-Kompulsif KB, Çekingen KB, Bağımlı KB. Bkz: Enes BAŞAK, “Kişilik Bozuklukları Türleri ve Tanımları” http://www.medikalakademi.com.tr/kisilik-bozukluklari-psikiyatri/#%5D

“Ya benimsin ya toprağın” kalıbının bu bozukluğun hangi derecesi veya türüne girdiği elbette bu yazının sınırını aşıyor ama toprağa verilen kadınların fazlalığına bakılırsa burada öfke kontrolündeki başarısızlık, duygularını saldırganlık dışında bir yolla ifade etmeyi bilmemek gibi iletişimsel sorunlardan daha fazlası olduğunu kestirmek zor değil. Erkek egemenliğine dayalı toplumsal cinsiyet rollerinin erkeklere sosyal bir kimlik yüklemenin ötesinde zihinsel, duygusal bir donanım kazandırdığını unutmamak gerekir- kadın cinsi üzerinden, anadan bacıya avrada, onun cinselliği üzerinden kendi özdeğerini belirleyen bir donanım bu. Bu anlamda toplumun erkekler için sosyal psikoloji deneylerine benzer bir düzenek olarak işlev gördüğünü gözden kaçırmamak gerekir.

Bir gruba belli ayrıcalıklar tanındıktan sonra diğerlerine yönelik tavırlarının nasıl aniden değiştiğini gözlemlemek açısından ABD’li ilkokul öğretmeni Jane Elliot’un 1969’da öğrencilerine yaptığı deney 13 iyi bir örnek olabilir: Eliot bir gün sınıfa gelip öğrencilerini mavi gözlüler ve kahverengi gözlüler olarak iki gruba ayırır. Mavi gözlülere kahverengi gözlülerden daha iyi, daha üstün, daha akıllı oldukları gerekçesiyle bazı özel ayrıcalıklar tanır. Dakikalar  içinde, mavi gözlüler kahverengi gözlülere aşağılayıcı sıfatlar takmaya, alay etmeye başlarlar; kurallara uymadıklarını düşündüklerinde kahverengi gözlüleri cezalandırmak için çok hevesli olurlar. Deneyin ikinci gününde, Elliot önceki gün yanlış yapmış olduğunu söyleyerek ayrıcalıkları bu sefer kahverengi gözlülere verir. Yine dakikalar içinde olan kahverengi gözlüler mavi gözlülere aynı aşağılayıcı/ayrımcı muameleleri yapmaya başlarlar. Toplumumuzda kadınların yaşadığı aşağılanmalara bakınca otorite eliyle yaratılmış bir kurgunun içinde olduğumuz hissine kapılmamak imkansız. Erkekler ve onun kaburgasından yaratılmış kadınlar arasında yaşanan deneyin sonuçlarını izliyor gibiyiz. Namusuna halel gelen erkeğin duygularını ve bu sebeple kalkıştığı işleri aldığı cezadan daha meşru kılan bir sistem, bir tertibattan başka ne olabilir?

Kurgu böyle olunca da bir anda cinnet geçiren hep erkekler oluyor! Kendisine karşı koyan kadını bastırmak için akıllara zarar yöntemler keşfetmekte hiç zorlanmayan erkekler… Kadınını çok sevenlere has kezzap dökmek gibi yöntemler… Ve bunlar basitçe aşırı sevme-sevilmeme, kıskançlık sözcüklerine gelip sıkıştığında kimseye yabancı gelmiyor pek, belli ki bir bağışlayıcılık var, belki de tüm toplumun yaptığı şey daha göz yumulur bir şey? Aslında ne kadar kanıksadığımızı anlıyoruz. Yatağın örtüsü bozuk diye, eve birini mi aldı diye kadını hastanelik eden adamlarla kaynıyor her yer. Nasıl bir tehlikeyle yaşadığımızı fark dahi etmiyoruz.

Hakaret, aşağılama, kontrol, baskı, tehdit, engelleme, özgürlükten yoksun bırakma gibi çeşitli şiddet davranışlarının ötesinde vahşet dolu olaylardan söz ediyoruz. Boşanma davası açtığı kocası tarafından İzmir’de 10 gün rehin tutulup bıçaklanarak öldürülen Yeşim Baytar’ın sırtına kocasının jiletle ismini kazımış olması küçük bir ayrıntı olamaz herhalde? Ölümle sonuçlanan şiddet olaylarının çoğunda ağır işkence var. Bu henüz hayatta olanlar için işkencenin sürmekte olduğunun da kanıtı aynı zamanda.

Bu vahametin çok da farkında değiliz çünkü; birincisi işkence görünmez bir eylem, kocası tarafından kafası çekyatın altına sıkıştırılıp saatlerce öyle tutulduğu için yüzüne kan oturan kadına komşusunun “ama kocan hiç belli etmiyor, çok iyi bir insan” diyebilmesine sebep olan bir görünmezlik. İkincisi ve daha da kötüsü, görünür olsa bile cinayete varmadığı müddetçe suç gibi algılanmıyor, “bir anlık sinir, olmuş bir kaza” türünden olağanlaştırma her zaman devrede. Bu psikopatolojik durumun erkeklere ‘hasta’ kontenjanından bağışlanma fırsatı tanıması ise cabası. Oysa burada tam yerine oturan bir sözcük var: Taammüden. Esas olarak potansiyelini gerçekleştirmesini destekleyen bir düzen içinde her bir erkeğin bu durumdan ne kadar hoşnut olduğuna bakmak lazım. Bu anlamda durum hiç iç açıcı değil. Hatice Meryem hikayelerine özgü can yakıcı bir sadelik ve basitlikte işleniveriyor cürümler, eve kilitleyip günlerce aç susuz bırakmalar, çamaşır ipiyle elleri bağlayıp maket bıçağıyla açılan kesiklere tuz basmalar… Kırıldıktan sonra kendi kendine kaynayan kemiklerinden bahseden kadın sayısı hiç az değil. Serinkanlılık cidden önemli bir şey, karısını baltayla öldürmeden önce abdest alıp namaz kılmayı başarmak mesela ve bunu yapan katilin 81 yaşında olması ve iftarda ses duyulur diye cinayeti işlemek için sahuru beklemesi… [Ramazan ayı içinde (02.07.2014) gerçekleşen bu elim olaydaki ironik ayrıntılardan biri de merhumun adının Adalet Kahraman olmasıydı.]

Dolayısıyla erkeklerin derin tahlillere muhtaç bu ‘klinik’ durumu masaya yatırılmayı fazlasıyla hak ediyor. Ve ister hastalıklara ister erkek egemen sistemin sakatlamasına dayansın bu ‘kişilik bozukluğunun’ suç işlemesine fırsat veren koşulları, yeniden işleyen mekanizmaları tartışmak kadına yönelik suçlarla mücadele açısından bir kez daha önem kazanıyor. Suç önemli bir kavram. Eğer müeyyidesi varsa bir şey suç olarak kabul ediliyor demektir ve eğer o şey ceza yöntemine bırakılmayacak kadar önemseniyorsa çözüme kavuşması için politika üretilmesi gerekir.

III.

Şiddetin suç davranışıyla ilişkisi çeşitli disiplinlerden pek çok araştırmacının ilgisini çekmiş bir konu: Erkek mahkumlarla ve suç öyküsü bulunan erkek hastalarla (psikotik) yapılmış iki ayrı araştırmada da 14 bu kişilerin sosyodemografik özellikleri, özgeçmişleri ve klinik özelliklerinin suç davranışıyla ilişkisi istatistiksel açıdan anlamlı bulunmuş. Sosyodemografik özelliklerin doğuştan gelen diğer özellikler kadar değişmez olmasının verdiği ilhamla bu bulguların tersinden işlenmesinin hangi sonuçlara ulaştıracağı merak uyandırıyor. Kapalı alanda (cezaevi ve hastane) bulunan bireylerden örneklem oluşturarak onların taşıdığı özellikler üzerinden genellemelere ulaşılması dışında hangi koşulların suça bulaşmaya veya ruh sağlığı açısından ciddi boyutlarda hastalanmaya elverişli ortam yarattığı şeklinde bir varsayımla yola çıkmak da mümkün. Aslında açık alandaki büyük örneklem kümesinden bunu az çok kestirebiliyoruz. 3.sayfa haberleri gibi pek de bilimsel olmayan ölçme yöntemleriyle!

Aile içi şiddete neden olan risk faktörleri açısından bakıldığında eşler arasındaki saldırganlığın ekonomik olarak güçlü kesime oranla daha çok işçi ve orta sınıftan olan çiftlerde daha fazla yaşandığını, erkeğin eğitim seviyesinin azlığı ve işsiz olması ya da iş yaşamındaki istikrarsızlığı ile kadının şiddete maruz kalması arasında bir ilişki olduğunu gösteren araştırma sonuçları bulunmakta.15

Bu sonuç, şiddet yaygınlığı açısından belli grupları suçlulaştırmaya bahane olması için değil, bu grupların yaşam şartlarının kadına şiddete çözüm aşamasında kapsam dışı bırakılmaması için değerlendirilmesi gereken bir sonuç. Nitekim şiddetin yalnızca belli gruplarda yaşandığına itiraz eden, şiddet uygulayanların sadece düşük gelir düzeyli, eğitimsiz ailelerden geldiği inancının aksine her gelir düzeyinden, her eğitim seviyesinden, her meslek grubundan ve her yaştan kadınların şiddete maruz kaldığını gösteren araştırmalar var.16

Belki de bu iki veri yan yana konduğunda çıkan sonuç şu: Elbette erkek şiddeti mesleğin ve kazancın garanti edemediği bir sorun; yani şiddet her yerde karşımızda ama şiddetsizliğin bir gelişmişlik gerektirdiğini reddetmek olası değil. En basitinden Maslow’un ihtiyaç kuramına göre yüksek derecedeki gereksinimlerin giderilmesi için daha alt derecedeki gereksinimlerin tatmin edilmiş olması gerekir. Yani fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacı (karnını doyurma, barınak, düzenli çevre) karşılanmadan ait olma, sevgi, saygı gereksinimleri ve kendini gerçekleştirme gereksinimleri karşılanamıyor.

Dolayısıyla temel gereksinimler karşılanmayınca bir toplumda üreyen sorunları tartıştığımızda sınıfsal bir analize doğru yürüyor oluyoruz. Zaten “sosyo-ekonomik etmen” denen şey ekonomik girdilerin toplumsal çıktısı değil mi bir anlamda? Yoksulluk varsa mesela yalnızca maddi ihtiyaçlardan mahrum kalmak değil başka insani maliyetler de var demektir. İşsiz, evsiz, güvencesiz, yardıma muhtaç kitlelerin artmasıyla kolay yönetilmeye uygun hale gelmesi arasındaki ilişki maskelendiği müddetçe bu maliyetlerin artmasından doğal bir şey yok.

Bilindiği üzere şiddet türlü eşitsizlik düzeylerinin, adaletsiz uygulamaların had safhada olduğu bizim gibi toplumlarda başvurulması kaçınılmaz bir yol. Sorunlarla baş etmekte kullanılan en kestirme yol. Hal böyle olunca, bireyi toplumsal bilinç üzerinden açıklamaya çalışmış Wilhelm Reich’ın meşhur sözünde dediği gibi “asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.” Asıl sorulması gereken tüm toplumun nasıl çıldırmadığıdır. Yoksa zaten çıldırmış olduğumuzun farkında mı değiliz?

Linç ve benzeri toplu şiddet olaylarının mesela toplumsal meşruiyetinin bu kadar yüksek olması yeterince korkunç değil mi? Kamusal tartışmada çoğu kez şiddetin kendisi değil maruz kalan kişi ya da grupların hak edip etmediği önem kazanıyor, bu haklılığa da elbette fail karar veriyor, mağdur bir travestiyse veya Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalktıysa mesela işi zor.

Şiddetsizlik mümkün mü sorusunun böyle bir işlevi de var: Nasıl bir toplumda yaşadığımızın farkında mıyız? Bu soruyu 30 yıl savaş yaşayan bir toplum üzerinden yeniden düşünmek de gerekebilir. Savaş yalnızca silahlı güçler arasında yaşanan bir süreç değil çünkü, savaş koşullarının bir toplumda yarattığı görünmez tahribatlar var. Gazetelerde yer alan öldürülmüş ve işkence edilmiş insan bedenlerine ‘düşmana’ ait olmalarından dolayı yıllarca hınçla bakmamızın, sırtından bıçaklı bir kadının gazetedeki [7 Ekim 2011 Habertürk] çıplak resmine daha rahat bakabilmemize katkısı olmuştur pekala. Bu noktada yaşadığımız tüm sorunları, korkuları bir ötekine nefret-öfke duyarak aşmayı öğrenmemizden de bahsetmeliyiz, bezen öteki ırk, bazen öteki din, bazen öteki cins… Toplumsal hiyerarşinin düzenlenmesi ve bu düzenin hakim sınıflar yararına işlemesi için her tür ayrımcılığın nasıl işlevsel olduğundan bahsetmeliyiz.

Kadrajı büyüttüğümüzde göreceğiz ki kadına yönelik şiddet yalnızca bireysel güdülenmeyle ortaya çıkan bir davranış değil. Şiddet uygulayanın motivasyonunu genel olarak mağdurun kim olduğuna bakarak saptamak da olası. Şiddete uğrama riski yüksek olan grupları alt alta sıraladığımızda faile de yakından bakmış oluyoruz bir anlamda: En başta kadınlar (sırasıyla kız çocuğu, adolesan kızlar, gebe kadın, 30 yaş altı çocuklu kadın, HIV(+) kadın, yaşlı kadın), sonra çocuklar, yaşlılar, özürlüler, göçmenler, mülteciler, etnik azınlık mensupları17. Üstünlüğe dayanan bir cesaret, ama ille de karşıdakinin güçsüzlüğü… O halde güce dayalı bu çarkın kadın sorununa geçen dişlilerini tahlil etmek hayati önem taşıyor; erkek egemen sistemin diğer ayrımcılık, baskı, şiddet ve sömürü biçimleriyle nasıl uyum içinde çalıştığını izlemek de. Elbette iktidar sahipleri kendi çıkarları için dönen bu çarkın yarattığı toplumsal patolojilerle ilgilenmeyecek. Onun işi ortaya çıkan ‘kişilik bozukluğunu’ kadını öldürdüğünde hafifletici sebep olarak kullanmak.

Kadına yönelik şiddet özerk bir sorun olmasına rağmen diğer şiddet alanlarından ve süreçlerinden yalıtılarak ele alındığında mücadele yöntemlerinin zayıflaması kaçınılmaz bir şey. Şiddeti ortaya çıkaran ve pekiştiren faktörlerin bir çember gibi birbirini tamamlıyor olması bütüncül bakışı zorunlu kıldığı gibi adeta kaçınılmaz olan şiddetin neden kader olmadığını anlamayı da kolaylaştırmakta. Bu arada şiddetin kaçınılmazlığının erkekleri masumlaştırdığını söyleyemeyiz. Gayet açık ki erkek şiddeti erkeği cani kadını ölü yapıyor. Hayatta kaldığında da yüzünün morluğundan, gözünün patlağından utandığı için hastaneye-polise gitmeyen yine kadın oluyor. Ola ki 155’i aramaya cesaret ederse ekip aracına bindirilip mahalleden götürüldüğü anı unutmuyor, unutamıyor. Pek çok kadının bir dahaki sefere polis çağırmaması sadece yaşadıkları utancın değil, onları izleyen gözler olduğunun da kanıtı. Sahiden o polis aracı o mahalledeki o eve ikinci (üçüncü, beşinci, …) seferini neden yapsın ki…

Şu bir gerçek ki kadına yönelik şiddet öyle kolay kapatılacak bir konu değil. Bu nedenle kadına yönelik şiddetle mücadelede “eğitim şart” kolaycılığına kaçan, en hafif tabirinden ‘hafif’ yaklaşımlar sırf bir samimiyet sorunu değil aksine manipüle etme sorunudur. Toplumsal cinsiyet rollerini üreten tüm toplumsal kurumların ve ilişkilerin değişken haline gelip gelmediği şiddetle mücadele çabalarında önemli bir ayrım noktasıdır. Dolayısıyla ancak bu sorunun bütün bileşenleriyle mücadeleyi göze alan kadın hareketi gerçek bir kılavuz olabilir. Kadına karşı olanların şiddete karşı durması beklenemez..

1 –  Bkz: http://www.kadindayanismavakfi.org.tr/siddet-nedir /Erişim Tarihi: 05.02.2014
GERİ GİT

2 – Bkz: http://www.kadindayanismavakfi.org.tr/siddet-nedir /Erişim Tarihi: 05.02.2014
GERİ GİT

3 – Yasemin Yüce TAR, “Üniversitelerde Kadına Yönelik Şiddet Nasıl Tartışılıyor?” , Uluslararası Katılımlı Kadına ve Çocuğa Karşı Şiddet Sempozyumu, Ankara, 27-28 Nisan 2012- I.Cilt-s.25 GERİ GİT

4– Nükhet SUBAŞI, Ayşe AKIN, “Kadına Yönelik Şiddet: Nedenleri ve Sonuçları”
http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf /Erişim Tarihi: 01.02.2014 GERİ GİT

5– Melike DİŞSİZ, Nevin HOTUN ŞAHİN, “Evrensel Bir Kadın Sağlığı Sorunu: Kadına Yönelik Şiddet”, s.51
http://hemsirelik.maltepe.edu.tr/dergiler/cilt1sayi1agustos2008/cilt1sayi1a2008/50_58.pdf /Erişim Tarihi: 01.02.2014 GERİ GİT

6 – Devrim AYDIN, “Uluslararası Ceza Mahkemesi Temel Belgeler Derlemesi”, Ank:2006
http://www.ihop.org.tr/dosya/ucm/ucm.pdf /Erişim Tarihi: 13.02.2014
GERİ GİT

7- Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2012-2015, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara, S.9
http://www.kadininstatusu.gov.tr/upload/kadininstatusu.gov.tr/mce/2012/kadina_yonelik_sid_2012_2015.pdf /Erişim Tarihi: 03.03.2014
GERİ GİT

8– Egemen KEPEKÇİ, “(Hegemonik) Erkeklik Eleştirisi ve Feminizm Birlikteliği Mümkün mü?” Kadın Araştırmaları Dergisi Yıl: 2012/2, Sayı: 11, Sf. 59-86
GERİ GİT

9 – Işıl VAHİP, “Evdeki Şiddet ve Gelişimsel Boyutu: Farklı Bir Açıdan Bakış” Türk Psikiyatri Dergisi 2002; 13(4): 312-319
GERİ GİT

10 –  Peykan GÖKALP, “Şiddet Ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım, Hekime Şiddet Nereden Çıktı”, İstanbul Psikanaliz Derneği, http://www.ttb.org.tr/siddet/images/stories/file/pdfler/psikanalitikyaklasim.pdf Erişim Tarihi: 21.03.2014
– İlyas ÖZGENTÜRK, Vedat KARĞIN, Halil BALTACI, “Aile İçi Şiddet ve Şiddetin Nesilden Nesile İletilmesi”, Polis Bilimleri Dergisi Cilt:14 (4)
GERİ GİT

11 -Ayten Zara PAGE, Merve İNCE, “Aile İçi Şiddet Konusunda Bir Derleme” , İstanbul Bilgi Üniversitesi, Türk Psikoloji Yazıları, Aralık 2008, 11 (22), 81-94
GERİ GİT

12 – Canani KAYGUSUZ, Melek KALKAN “Kadına Yönelik Şiddete Psikoloji İçinden Bakmak” Uluslararası Katılımlı Kadına ve Çocuğa Karşı Şiddet Sempozyumu, Ankara, 27-28 Nisan 2012, I.Cilt, s.86
GERİ GİT

13 – Nükhet SUBAŞI, Ayşe AKIN, “Kadına Yönelik Şiddet: Nedenleri ve Sonuçları” s.13
http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf Erişim Tarihi: 01.02.2014
GERİ GİT

14 – Murat PAKER, “Psikolojik Açıdan Önyargı ve Ayrımcılık”, Ayrımcılık: Çok Boyutlu Yaklaşımlar, Der: Kenan ÇAYIR Müge AYAN CEYHAN, Bilgi Üniversitesi Yay, İst:2012
-Hüseyin GÜLEÇ, Medine Yazıcı GÜLEÇ, Semra Ulusoy KAYMAK, Mürüvvet TOPALOĞLU, İsmail AK, “Şiddet İçeren Suç Davranış Öngörülebilir mi? Erkek Mahkumlarda Yürütülen Bir Cezaevi Çalışması” (Klinik Psikiyatri 2011;14:94-102)
– Fatih ÖNCÜ, Mustafa SERCAN, Can GER, Rabia BİLİCİ, Cenk URAL, Niyazi UYGUR, “Sosyoekonomik Etmenlerin ve Sosyodemografik Özelliklerin Psikolojik Olguların Suç İşlemesinde Etkisi” Türk Psikiyatri Dergisi 2007; 18(1):4-12 
GERİ GİT

15– Ayten Zara PAGE, Merve İNCE, “Aile İçi Şiddet Konusunda Bir Derleme”, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Türk Psikoloji Yazıları, Aralık 2008, 11 (22), 81-94- s.84 GERİ GİT

16 – Doç. Dr. Dolunay ŞENOL, Doç. Dr. Sıtkı YILDIZ, “Kadına Yönelik Şiddet Algısı-Kadın ve Erkek Bakış Açılarıyla” http://kasumer.kku.edu.tr/anasayfa/dokumanlar/KADINA_YONELIK_SIDDET_ALGISI_KITABI.pdf Erişim Tarihi: 01.02.2014
GERİ GİT

17 – Nükhet SUBAŞI, Ayşe AKIN, “Kadına Yönelik Şiddet: Nedenleri ve Sonuçları”
http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf Erişim Tarihi: 01.02.2014 GERİ GİT

Erkek Şiddeti ve Feminist Tutum

tesadf_deil_erkek_iddeti_150Gerek Özgecan’ın katli, gerekse bu vahşetin sonrasında ortaya çıkan toplumsal hareketlenme, birçok tartışmayı beraberinde getirdi. Bir yandan “idam, hadım, linç” sesleri yükseledursun, bir diğer yandan da bu olaya dönük tepkilerin içinden eril zihniyetin yeniden ve yeniden fışkırdığını görmek durumunda kaldık. Katilin anasına, bacısına küfredenlerden tutun da, yedi sülalesinin bir yerlerine koyan insanlara bazen meram anlatmaya çalıştık, bazen öfkemizden ne yapacağımızı bilemedik.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir diğer ses, koroya eklenmekte gecikmedi: “ Bu kadın-erkek meselesi değil, bu bir insaniyet meselesi.” “Olayı politikleştirmeyin, burada çok insani, çok vicdani bir durum var.” Bu sesin nasıl “üretildiğini” yani münferit olmayıp bizatihi ideolojik bir alt yapısı olduğunu görmek zor değil. AKP’nin eşitlik mücadelesini bile zoraki bir “eş değerlik” kabulüne indirgemek adına kurdurduğu bir STK (?) olan KADEM, televizyonlarda günlerdir bu söylemi yaygınlaştırmaya çalışıyor. Hülya Gülbahar başta olmak üzere feministler bu algı yönetiminin söylem mekanizmasına ne kadar çomak sokarsa soksun, söz yayılıyor: “Mesele kadın-erkek meselesi değil.”

KADEM’i, kadın meselesine dair hassasiyeti ancak genç bir kadının hunharca katledilip yakılmasıyla ortaya çıkan güruhu bir kenara koyalım (şimdilik). Kadınlar bu ve benzeri tepkilerle Kadıköy Boğa’da -kadınların çağrısıyla- gerçekleştirilen eylemde de karşılaştılar. Feministler, yıllardır tüm yayın organlarında, kitaplarda, röportajlarda yeterince net şekilde ifade ettikleri şeyi, yani kadının özne olduğu eylemin katılımcısının kadınlar olması gerektiğini bir kez daha anlatmaya mecbur bırakıldılar. Mecbur bırakıldılar çünkü böyle acılı ve öfkeli olduğumuz bir günde dahi erkeklere laf anlatmaya çalışmak, tercih değil ancak bir zorunluluk olabilir.

Kısaca özetlersek, bir yandan kadın konusundaki duyarlılığı son derece güdük bir kesimin, diğer yandan AKP’nin “bu kadın-erkek meselesi değil” demesiyle uğraşırken, bir diğer yandan bazı sol grupların da farklı argümanlara dayanarak aynı söylemi yinelediğine şahit olduk. O söylem, bugün İleri Haber’de yayımlanan bir yazıda vücut buldu. *

Yazının başlığı “Kapitalist Şiddet ve Feminist Tutum”. İlk olarak IŞİD vahşetinin kurbanı olmuş bir kadınla giriş yapılıyor yazıya, ardından Ukrayna’daki tecavüz ile devam ediyor. Bir sonraki örnekte, Özgecan’ın katillerinin “ülkücü” oluşundan bahsediliyor.

Milliyetçiliğin, milliyetçi-muhafazakarlığın, köktendinciliğin kendini var ediş biçimi tamamen erildir. Bu ideolojiler, kendilerini ve kurumlarını inşa ederken, kadını ancak bir araç olarak görür ve şekillendirirler. Dolayısıyla, bu düşünce yapılarının iktidar olduğu alanlarda tecavüzün, kadına yönelik şiddetin, kadını erkek ile eşit görmeyen bir “eksik cins” olarak tanımlamanın ve buna bağlı sonuçların oluşumu kaçınılmazdır. Ancak bu mantıktan yola çıkarak, tersi ideolojilerde kadınları dikensiz gül bahçesinin beklediği yönünde bir atmosfer yaratmaya çalışmak abesle iştigaldir. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin ideolojilere göre istatistiki tutulmuş değil. Ancak senelerdir sığınma evlerinin, kadın hareketlerinin çalışmalarından biliyoruz ki, kadına yönelik şiddet, eğitim, statü, ideoloji, demografik profil vb. kriterleri tanımaksızın uygulanıp devam ettiriliyor. Katillerin ülkücü kimliği, bu ülkede kontrgerillanın ülkücülerle kurduğu politik ilişkiyi refere etmektedir ve bu ilişki, her tür şiddet biçimiyle birlikte tecavüzü de içeren yapıdadır. Bunu inkâr etmek mümkün olmamakla beraber, Özgecan gibi katledilen onlarca kız kardeşimizin katilinin ortak noktası ne ülkücülük, ne dindarlık, ne de eğitimsizliktir. Bu korkunç ortaklık, katillerin erkek oluşundan başka bir şey değildir.

Yazının devamından aynen alıntılıyorum: “Özgecan için oluşan toplumsal tepki, hem kadına yönelik bireysel (eril) şiddet hem de iktidar (siyasal hegemonya) şiddeti açısından birlikte ortaya konmak durumundadır. Bu bakımdan Feminist ve/veya sol-sosyalist olduğunu iddia eden kimi çevrelerce gerek eylemlerde gerek sosyal medyada ortaya konan erkek karşıtlığı üzerinden gelişen seksüel analiz son derece sorunludur. ”

Burada yazarın söylemek istediği şeyi kabaca AKP karşıtı kitle hareketinin, bu cinayet karşısında karma bir şekilde tepki vermesini engellememek gerekir, şeklinde okuyabiliriz. Sol partilerin birçoğunun, AKP karşıtı toplamı nitelikli hale getirmek, bu toplamı mümkün olduğunca sola çekmek gibi bir programı olduğunu, bu heterojen, savruk hareketi gerçek bir kitle muhalefetine dönüştürme amacı güttüğünü biliyoruz. Şahsi olarak, bu amaçla hiçbir sorunum olmadığını belirtmek isterim. Ancak çok iyi biliyoruz ki, bu kitle ile bir gelecek tahayyüllerinin olması, bu kitlenin her dediğini uygulayan bir parti modelini gerekli kılmıyor. Yani kendi ilkeleri söz konusu olunca bu kitle ile yer yer pazarlığa giren, yer yer anlaşmazlığa düşen ve hatta yer yer onu kaybetmeyi dahi göze alan yapıların, feministlerin bu toplamın tüm talep ve enerjilerini karşılıksız kabul etmelerini beklemeleri ve daha ötesine geçerek hareketi böldürmeyiz şerhi düşmeleri tek kelimeyle yersizdir.

Devam ediyoruz: “Bu bakımdan Feminist ve/veya sol-sosyalist olduğunu iddia eden kimi çevrelerce gerek eylemlerde gerek sosyal medyada ortaya konan erkek karşıtlığı üzerinden gelişen seksüel analiz son derece sorunludur. Bir tek AKP ve düzen karşıtı sloganın atılmaması, içeriğin bütünsel olarak ortaya konmamasının yanı sıra, aynı hassasiyeti gösteren; tümüyle insani bir yaklaşımla eyleme katılan erkek bireylerin dışlanması; tüm bu şiddetin sorumlusu sayılırcasına, adeta potansiyel tecavüzcü ilan edilircesine kortej dışına atılmaları ciddi bir akıl tutulmasıdır.”

Burada eleştiriye katılma-katılmamaktan çıkıp aleni yanlışları düzeltmek gerekiyor. “Bir tek AKP ve düzen karşıtı slogan atılmaması” ifadesi, sabrı zorlamaktadır. Burada, kendini ispat etme yükümlülüğü feministlere ait değildir, bu asılsız iddiayı ortaya atanlarındır.

Yazının devamında öyle cümleler var ki, her birini tek tek alıntılayıp cevap verme isteği duymamak mümkün değil. “İçi boş feminist söylem” lafından tutun da, feminizmin patriyarkayla kapitalizmin birlikte işleyişine değinmediğini iddia etmeye ve feminizmi “metafizik” bir ideoloji olarak adlandırmaya giden analizlere ve finalde feminizmi emek mücadelesini bölmekle suçlamaya kadar bir dizi temellendirilemeyecek ve en önemlisi tarih tarafından, kadın hareketinin tarihi ve bu tarihten damıtılan teori ile çürütülecek iddiayla (hakaret demek de mümkün) karşı karşıyayız.

Yazının geri kalanında ise, kapitalizmin ve emperyalizmin şiddetle göbek bağına değiniliyor. Buradaki üslubun altını çizmek gerek. Yazı, Türkiye’de gerçekleşen bir kadın cinayeti ve ona verilen toplumsal tepkiden yola çıkıyor, devamında feminizm eleştirisi yapıyor ve ardından birtakım açıklamalara girişiyor. Burada gizlenen alt metin, feminizmin, şiddete, onu üreten yapılara, şiddetin dayanağını oluşturan ekonomik, tarihsel, kültürel nedenlere dair hiçbir söz söylemediğini, hiçbir toplumsal eylemlilik oluşturmadığını savlamaktadır. Birkaç paragraf sonrasında ise, yazar “Amerika’yı yeniden keşfetme” çabasına giriyor. Diyor ki, anneler de çocuklarına şiddet uygulamaktadır. Buradan da şiddetin yalnızca erkekler tarafından değil, bizzat kadınlar tarafından erken yaşlarda bireylere dayatıldığını, dolayısıyla şiddetin müsebbibi olarak erkekleri gösteremeyeceğimiz sonucuna varmamız bekleniyor. Yazıda okuru canevinden vuracak “Tansu Çiller” örneği de verilmiş. Sanki feministler, patriyarkanın kendi devamını sağlamak adına kadınları da erkekleştirdiğini, bu erkekleştirme sürecinde evlilik, annelik gibi kurumların ve rollerin başat rol oynadığını söylemezmiş gibi, kadınların eksik cins olarak algılanmaları sebebiyle iktidar olma şansı elde ettiklerinde, kendilerini ispat edebilmek adına erkekleşmeyi tercih edebildiklerini hiç yazmamışız, çizmemişiz gibi… Yazar, bir bakıma feminizmle, feminist teori ile değil, kendi kafasındaki “feminizmler” ile kavga ediyor. Zira onlarca farklı yoruma sahip, onlarca farklı akımdan oluşan feminist teorilerden hiçbirinin kadınların şiddet uygulamadığı yönünde bir iddiası yoktur.

Yazı kadın meselesi dışında o kadar çok şeye dayanıyor ve bunun yükünü feminizme yüklüyor ki, cevap verirken bile savrulmamak mümkün değil. Tekrar olduğu gibi alıntılıyoruz: “Ayrıca tüm antropolojik, tarihsel bulgular ve bugünkü ilkellerin arasında yapılan araştırmalar, ilkel komünal toplumlarda eril bir tecavüzün olmadığını gösterdi.”

Kısa ve net bir cevap: Hayır, hiçbir sosyal bilim –hele de bu konularda metodolojisi ve söylemiyle kılı kırk yaran antropoloji- böyle bir şey söylemedi. Burada iki yanlış var. “Bugünkü ilkel” söylemi güncel antropoloji söylemi açısından tamamen yanlıştır. Hadi işi zorlaştırmayalım. Bugün yaşamını farklı coğrafyalarda devam ettiren medeniyet dışı toplumlardan söz ediyorsak, onların yaşamları ile ilk avcı-toplayıcılara dair fikir edinmek, sosyal bilimler açısından hatalı bir çıkarım yapma yoludur. Diğer hata ise, bugünün ya da geçmişin “ilkel”lerinde tecavüze (eril tecavüz denmiş, bu lafa dokunmayacağım bile) dair bulguya rastlanmadığı iddiasıdır. Bu yönde belli tezler olsa dahi, bunlar kanıtlanmış ya da yaygın kabul görmüş değildir. Bugün söz konusu tarihte yaşayan toplumlarla ilgili en genel kabul gören tez, elimizdeki sınırlı kanıta dayanarak söylediklerimizin çoğunun birer varsayım olduğudur. Tecavüzle ilgili M.Ö 9000 gibi bir tarihsel aralığa denk gelen zaman dilimine dair elimizde nasıl bir kanıt olabilir sorusunu bir kez daha soralım. Zaten derdimiz bu değil, olmamalı. Velhasıl bilim bize o dönemde tecavüzün (ve hatta eril tecavüzün!) uygulandığına dair kanıtlar sunsun, bu bizim tecavüze karşı tavrımızda bir değişikliğe yol açmalı mıdır? Elbette hayır! Devam ediyoruz: “Şiddet tamamıyla kapitalizmin sömürü, yabancılaştırma ve hiçleştirme sarmalının ürettiği bir yıkıcılıktır. İnsanın doğasını tarihsel, sınıfsal, diyalektik anlayıştan kopartarak, şiddet ve tecavüzün erkek doğasının ve cinsel kimliğinin bir sonucu olduğunu söylemek, erkeği karşısına alan bir kadın mücadelesi tarif etmek ve bunu erkek düşmanlığına vardırmak düpedüz liberal burjuva taraftarlığıdır. Sol ve sosyalist yapıların, bu feminist pratiğin ve söylemin karşısında durması, ideolojik bir eleştiriyi ve tutumu süreklileştirmesi, sınıf mücadelesinin saflarının sıklaştırılması ve bilimsel tutumdan kaymama noktasında elzemdir.”

Yazar, iddiasını sürdürüyor. Şiddetin mevcudiyetini ve bütün biçimlerini kapitalizme daha da genelleştirelim, sınıflı topluma bağlıyor. Sınıflı toplum düzeninin, şiddetin yaygınlaşması, çeşitlenmesi ve hayatın her alanında bir araç hale gelmesinde şüphesiz çok büyük bir rolü var. Ancak şiddeti salt bununla açıklayabilir miyiz? Bu sosyal bilimlerin (itirazları duyuyorum, egemen sosyal bilim anlayışının değil, pek çok Marksist sosyal bilimcinin de dahil olduğu bir tartışma bu) hâlâ tartıştığı ancak net şekilde cevap veremediği bir soru. Bu sorunun net bir cevabının olmayışı, bize bir tarihsel sorumluluk yüklüyor. Şiddetin önlenebilmesi ve bir araç olarak toplumsal kabulünün ortadan kalkması için, bugünden mücadele etme zorunluluğu. Feminist hareket, tam da bundan bahsediyor, kendini tam da buraya konumluyor. Ancak feministler, bunu yaptıkları için şiddeti erkek doğasına yükleyen liberal bir burjuva taraftarı konumuna indirgeniyor! İnsaf. Daha önce de değindik, birçok feminizm var. Bu yazının hepsi adına konuşmak gibi bir iddiası olamaz. Ancak benim de aralarında bulunduğum birçok kadının, Türk ve Kürt feminist hareketinin sayısız öznesinin “özcü” bir yaklaşıma sahip olduğunu söyleyecek ne var ellerinde? Erkeklerin, kadının özne olduğu eylemde yürümemesi gerektiği iddiası. Bu kadar indirgemeci bir yaklaşım olabilir mi? Derdimizin erkeklikle, patriyarkal sistemin erkeği ile olduğunu, cinsiyet dışında “toplumsal cinsiyet” diye ayrı bir kategori olduğunu bas bas bağırmamıza rağmen, sokaktaki adam ağzıyla “feminizm erkek düşmanlığıdır” demek için bu kadar uzatmaya gerek yok. Zaten niyet kendini giderek daha net ortaya koyuyor. Sol, bu feministlerle yollarını ayırmalı, sınıf mücadelesinin saflarını sıklaştırmalı, bilimselleşmeli.

Sol, bu feministlerle yollarını zaten ayırıyor. Bunu pek de çaba sarf etmeden, tacizcileri, tecavüzcüleri parti-dernek bünyesinde barındırarak, şef tacizlerini görmezden gelerek, yönetim kademesinden kadınları dışlayarak, ayak işlerini kadınların üstüne yıkarak yapıyor. Sene boyunca kadın politikası üretmeyip her 8 Mart’ta kadınlara üstünlük taslayarak, eril diliyle “halk siyaseti yapıyorum” diye övünerek yapıyor. Siz, bu söyleminizi devam ettirerek buyurun sınıfla yakınlaşın, eşit işe eşit ücret diye bağıran, hem fabrikada patron tarafından, hem evde kocası tarafından sömürülen milyonların gerçek taleplerinize kulaklarınızı tıkayın; siz Ankara’da “ne patrona ne kocaya kendimizi gayrı sömürtmeyiz” diyerek çadırlarda direnen Tekel işçisi kadınları “burjuvalıkla” itham ededurun. Siz bilimsellikle yakınlaşıp “ilkel toplumda eril tecavüz yoktur” deyin. Haydi devam edin, yalnız bir kez daha söylüyoruz, yolumuzdan çekilin.

* İlgili yazıya bu linkten ulaşabilirsiniz: http://ilerihaber.org/kapitalist-siddet-ve-feminist-tutum/10565/

Canilik Değil, Erkek Şiddeti!

kadikoy-ozgecanEcehan Balta-Özlem Barın

Kadına yönelik şiddet; bir kadına yönelmiş görünse bile, aslında tüm kadınları susturmayı, bedenlerini ve hatta zihinlerini kontrol altına almayı hedefler. Örneğin, bir sokakta taciz hikâyesi dinlerseniz, o sokaktan artık kolay kolay geçemezsiniz. Özgecan’ı öldüren dolmuşçu olunca, bütün kadınların aklına dolmuşta yaşadıklarından başlayarak “teğet geçtikleri tehlikeler” üşüşür. Anneleri şiddete uğramış kadınlar, uğramamış olanlara göre kendileri de iki kat fazla şiddet görürler. Babaları şiddet uygulayan oğlan çocukları şiddete daha eğilimli olurlar. Şiddet etrafınızı ne kadar çevirmişse, o döngünün içinden çıkmak da o kadar zor olur.

Bir gün bir komşunuz dayak yerse, sizin de yeme olasılığınız artmış demektir. O yüzden şiddet, Ayşe’ye ya da Fatma’ya yönelik değildir, “kadın”a yöneliktir

Şiddet, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hem nedenlerinden, hem de sonuçlarından birisidir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini sürdürmek için bu eşitsizlikten çıkarı olanların kullandığı bir araçtır, aynı zamanda bu eşitsizliğin bizzat kurucu öğelerinden biridir.

Kadınların emeklerinin, bedenlerinin, kimliklerinin baskı ve denetim altında tutulmasında zorun, yani şiddetin sistematik bir rolü var, özellikle de kadınların bu baskı ve denetim karşısında özgürlük taleplerinin arttığı durumlarda.  Belki hayatında “toplumsal cinsiyet” lafını bile duymamış olan bir erkek, karısını “konuşmuyordu”, “yemek tuzluydu”, “camdan baktı” gibi gerekçelerle (!) bıçakladığında, aslında onu dize getirmeye, itaat etmesini sağlamaya, bedenini ve zihnini kontrol etmeye çalışıyordur. Evlilikte “dayağın cennetten çıkma” olduğunu bilirseniz, bir gün bir komşunuz dayak yerse, sizin de yeme olasılığınız artmış demektir. O yüzden şiddet, Ayşe’ye ya da Fatma’ya yönelik değildir, “kadın”a yöneliktir.

Kadınlar kamusal alanda daha görünür oldukça, daha eğitimli, daha savunmalı hale geldikçe, erkeklerin öfkesinin daha fazla nesnesi oluyor. 

Yani, birincisi; şiddet bir cins olarak kadınlara yönelikse, Özgecan öldürüldüğünde, bütün kadınlara tecavüzcü erkeklere direnmememiz, geç saatte dolmuşa binmememiz, okula gitmememiz, bir erkekle yalnız kalmamamız gerektiği mesajı verilmiş olur. Bir kadın öldürüldüğünde, bütün kadınlara ayar verilir.

İkincisi, bugün kadınlara yönelik tacizin, cinsel saldırının, tecavüzün, şiddetin ve kadın cinayetlerinin adeta sıradanlaştığı, kadınların kırıma uğradığı bir toplumda yaşıyoruz. Belli ki, kadınlara yönelik “ayarın” dozunu artırmak gerekmiş ki bu ayar her kadının hergün, her saniye kendini tehdit altında hissetmesine yol açacak “kadın kırımı” (feminicide) düzeyine erişmiş durumda. Kadınlar kamusal alanda daha görünür oldukça, daha eğitimli, daha savunmalı hale geldikçe, erkeklerin öfkesinin daha fazla nesnesi oluyor. Ancak kadına yönelik şiddetin en ağırı olsa bile, tek biçimi feminisid değil. Kadınlar her gün, cinsel, fiziksel, psikolojik, ekonomik şiddetin çeşitli boyutlarını, gündelik hayatın tüm alanlarına sirayet etmiş bir biçimde  yaşıyorlar. Örneğin, “kadının fıtratı farklı”, “eşitliğe inanmıyorum” gibi beyanlar; kadınları cins olarak ikincilleştiriyor ve açık bir psikolojik şiddet barındırıyor. Üstelik, doğrudan şiddet kullanımını da artırıyor, çünkü meşrulaştırıyor.

Yasal metinlerin bu şekilde düzenlenmesi, kadınlara yönelik şiddetin cinsiyetçi doğasının belirtilmesi kadınların şikayetçi olmalarında ve yaşadıkları şiddeti görünür kılmada ciddi bir artış sağlamış durumda

Fakat yine de feminisid kavramı üzerinde biraz duralım. Kavram son yıllarda Latin Amerikalı feministler tarafından kadına yönelik şiddetin, özellikle de kadın cinayetlerinin cinsiyete dayalı cinayetler olarak kabul edilmesi ve yaptırımların da bu doğrultuda geliştirilmesi gerektiği talebiyle birlikte önerildi. İnanılmaz ölçüde artan kadın cinayetlerinin toplumdaki genel suç artışıyla birlikte düşünülüp, münferit cinayetler olarak görülmesine karşı bizzat kadınlara yönelmiş bir erkek şiddeti olarak kavramsallaştırılabilmesinin aracı olarak öneriliyor kavram. Feminisid kavramı bugün Latin Amerika’da bazı ülkelerin yasal metinlerine kadın cinayetlerini tanımlamak üzere girmiş durumda. Cinayetlerin faillerine yönelik daha etkili soruşturma yöneltilmesi ve cezaların da bu özel kategori altında artırılması öngörülse de uygulamada çok önemli bir ilerleme henüz kaydedilmiş değil. Diğer yandan yasal metinlerin bu şekilde düzenlenmesi, kadınlara yönelik şiddetin cinsiyetçi doğasının belirtilmesi kadınların şikayetçi olmalarında ve yaşadıkları şiddeti görünür kılmada ciddi bir artış sağlamış durumda.

Elbette kadınların kadın oldukları için şiddete maruz kaldıklarını ve bu şiddetin giderek artarak bir kırıma evrildiğini adını koyarak kabul etmek önemli. Bu aynı zamanda önlemeye yönelik önlemlerin geliştirilmesinde de önemli bir adım. Ama yine de kavramın şiddetin sistematik karekterini ortaya koymakla birlikte şiddetin faillerini, yani erkek özneleri ve şiddetin sistematik karekterini patriyarkal düzenden almasını gizleyen bir tarafı var, özellikle de ana akım metinlerde kavramın bu şekilde yüzeysel bir kullanımı da gelişmekte. Feminisid kavramı kadınlara yönelen şiddetin sistematikliğine, artışına vurgu yapıyor ve bunu kadın düşmanı politikalara bağlıyor. Neoliberal muhafazakarlık altında gittikçe aratan kadın düşmanlığına vurgu yapması açısından tüketici olmasa da dönemin ruhunu ifade etmesi açısından elverişli bir kavram.

AKP; aile yapısındaki dönüşümün; kadınların daha fazla söz ve hak talep etmesinin şiddeti artırdığı tespitiyle, şiddetin çözümünü de kadınları daha fazla aile içine gömmek, “geleneksel” aile yapısını muhafaza etmekte buluyor

Bugün Türkiye’de de AKP iktidarı altında kadın cinayetlerinin gittikçe artması ve sıradanlaşması karşısında kadın kırımı kavramını gittikçe daha fazla kullanır olduk. Bir yandan bu artışı, bir yandan sistematik hale gelmiş olmasını, bir yandan da bizzat AKP’nin açıktan kadın düşmanı politikalarını bütünsel bir şekilde ifade eden bir kavram. Ancak hemen eklemek gerekir; bu sorun AKP ile başlamadı, AKP ile de bitmeyecek. Hatta AKP; aile yapısındaki dönüşümün; kadınların daha fazla söz ve hak talep etmesinin şiddeti artırdığı tespitiyle, şiddetin çözümünü de kadınları daha fazla aile içine gömmek, “geleneksel” aile yapısını muhafaza etmekte buluyor. İşte sonra, “sokağa çıkmayın; okula gitmeyin, mini etek giymeyin” başlıyor. Yani, “istediğimiz gibi kadınlar olun, biz de sizi dövmeyelim, öldürmeyelim”.

Özgecan’dan sonra şiddetin önlenmesi için önerdikleri “pembe otobüs” mesela: Erkeklerle yalnız kalmayın diyorlar. AKP o yüzden “kadın” vurgusu yapmaktan özellikle kaçınıyor, o yüzden kadınları 27 yaşına kadar evlendirmeye, 30 yaşına kadar da çocuk sahibi yapmaya çalışıyor. Elbette bu suni “çözüm” de, farklılaşan toplumsal dinamiğe göre evrilmeyen bir muhafazakarlık, dönüp dolaşıp şiddeti artırıyor. Ama toplumsal değişim devam ettiği, kadınlar daha fazla özgürlük talep ettiği sürece, kadına yönelik şiddet de “olağan akış içinde” son bulmayacak.

Şiddet bir kişi tarafından uygulanıyor. O kişi de, dünyanın neresindeki istatistiklere bakmak isterseniz bakın, çok büyük bir çoğunlukla erkektir

Üçüncüsü, şiddet bir pasif alıcı olarak kadının “başına gelmiyor”. Şiddet bir kişi tarafından uygulanıyor. O kişi de, dünyanın neresindeki istatistiklere bakmak isterseniz bakın, çok büyük bir çoğunlukla erkektir. Daha da ötesi, o kişi; yine çok büyük bir çoğunlukla, en yakınımızdaki kişi; babamız, abimiz, sevgilimiz, kocamızdır. Kadına yönelik şiddet, diğer şiddet türlerinden farklı olarak; ağırlıkla ev içinde yaşanır. Yani kendimizi en güvende hissetmemiz gereken yer, hapishanemiz olur. Şiddet kadın cinsini kontrol altına almaya yönelikse, kadınların ezilmesinden farklı derece ve düzeylerde, ama nesnel olarak çıkarı olan erkek cinsinin bireyi, kadına yönelik şiddet uygulasa da uygulamasa da; şiddete seyirci kalıyorsa, şiddeti savunuyor demektir. Bu söz, ezberden söylenmiyor. Şiddet toplumsal cinsiyet eşitsizliği düzeninin devamı için bir araçtır. Bu düzenin devamından çıkarı olanlar, onu yeniden üretiyor, sürdürüyor, sürdürülmesine sessiz kalıyorsa, masum değildir. Bilin ki, toplumsal cinsiyet eşitsizliği sistemi, kadının erkekten duyduğu “korku” ve bu korkunun gerçekleşmesinin bir ihtimal olarak da olsa orda bir yerde duruyor olmasından, yani o korkunun nesnel zeminini oluşturan potansiyel şiddetten kaynaklanıyor.

Şimdi, toparlayacak olursak;

Şiddet, bir bütün olarak kadın cinsine yöneliktir. Nedeni, toplumsal cinsiyet eşitsizliği düzenini sürdürmektir. Şiddetin faili erkektir ve genellikle de en yakınımızdaki erkektir. Şiddetin sonuç doğurması için gerçekleşmesi gerekmez. Şiddet tehdidi de aynı işlevi görür.  

Peki, bu çerçeve ne işimize yarayacak?

Birincisi, demek ki, üç tane faili astığımız zaman şiddet bitmeyecek. Hatta idam cezasının geri gelmesinden en çok zarar görenler bu hukuk sistemi içinde muhtemelen tecavüzcü erkekler olmayacak.

Ama “caydırıcı ceza” tanımının hukuka bir şekilde girmesi gerekiyor. O kadar çok erkek, “kadınlara tecavüz etmenin cezasının bu olduğunu bilmiyordum” şeklinde savunma yapıyor ki, şaşırırsınız.

Aynı zamanda kadın cinayetleri, taciz, şiddet gibi suçlar, madem bir cinse yöneliyor, o zaman “kadına yönelik suçlar” başlığı altında değerlendirilmeli ve “kadın kırımı” tanımı ceza yasasına mutlaka girmeli.

Kadınlara yönelik ayrımcılığı pekiştiren tüm “çözüm önerilerine” de karşı olmalıyız. Madem şiddet ayrımcılığın nedeni ve sonucu, ayrımcılığı pekiştirmek şiddeti azaltmaz, tersine artırır.

Ama kadınların korunmasını esas alan yasal ve kurumsal yapı da mutlaka dönüşmeli. Aile Bakanı Ayşenur İslam’la birlikte, Bakanlığın da ortadan kalkmasını istemeliyiz. Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddeti önlemeyi geleneksel aileye dönüşle değil, kadının bir birey olarak haklarının savunulmasıyla çözüleceği perspektifi ile, bir Kadın Bakanlığı kurulmalı.

Tüm bu talepleri güçlü bir şekilde tam da bu dönemde yükseltmeliyiz, diğer taraftan erkek şiddeti karşısında kadın dayanışmasını güçlendirmeliyiz. Hepimizin erkek şiddeti tehdidi altında yaşadığımız, erkeklerin korku salmaya devam ettikleri bir ortamda, korkuya teslim olup özgürlüklerimizden vazgeçmememiz ve daha fazlasını kazanmamızın yolu politik olarak kadın dayanışmasını yükseltmekten, kadınlar olarak örgütlenmekten geçiyor.

Kadın dayanışmasının bu örgütlü biçimi bugün özellikle Kürt kadın hareketinin kullandığı biçimiyle “öz savunma geliştirmek” demek. Gece yarısı üst kattan gelen çığlığı duyduğumuzda apartmandaki tüm kadınlar olarak kapıya dayanmamız demek, kendimizi savunmak, birbirimizi korumak demek. Erkek şiddetini bir dayanışma içinde özneleriyle teşhir etmek, yaşam alanlarımızdan çekilmemek, bu alanları artırmak demek.

Öfkemizi, isyanımızı erkeklere yöneltirken birlikte güçlenmenin yolları üzerine daha fazla düşünmeliyiz, kadınlar olarak!

Özgecan’ın Öldürülmesinin Sorumlusu Kim/Kimler?_İstanbul Feminist Kolektif

ifkİstanbul Feminist Kolektif’in açıklamasını aşağıda okuyabilirsiniz:

Özgecan’ın tecavüz sonrası öldürülmesinin toplumun tüm kesimlerinden aldığı tepki, kuşkusuz kadın cinayetlerinin önlenmesi, erkeklerin engellenmesine yönelik bir fırsat yaratması açısından önemli. Fakat Özgecan’ın öldürülmesi hakkında yapılan tartışmaların çoğu bu yönde bir umut doğurmuyor. Çünkü başta iktidar olmak üzere hiçbir siyasi grup Özgecan’ın öldürülmesinin sorumluluğunu almak istemiyor. Özgecan’ın tecavüz sonrası öldürülmesi münferit bir olay gibi tartışılıyor. Ancak canilerin yapabileceği bir olay. Dolayısıyla eylemden eyleme koşan, demeç üzerine demeç veren erkekler kendilerini bu vahşi cinayetin dışında görüyorlar. Oysa Özgecan’ın katledilmesi hiç de tesadüf değil.

Özgecan’ın başına gelenleri önlenmeyen erkek şiddetinden, sürekli kadınlar hakkında konuşan siyasetten, kadınların kahkahasına, dekoltesine karışıp iffetli-iffetsiz kadın ayrımı yapanlardan, kadınların hayatını kontrol etmeyi kendine hak gören erkeklerden bağımsız göremezsiniz. Tecavüze faili olan erkekten ve erkek egemenliğinden soyutlayarak bakamazsınız.

GB”>Yapılan değerlendirmelerin bir kısmı ise Özgecan’ın ve tüm kadınların maruz kaldığı erkek şiddetinin tüm biçimlerini bir kez daha gözler önüne seriyor. Sokakta, dolmuşta özellikle de hava karardığında tek başına kalmanın tedirginliği yaşamamış tek bir kadın dahi yok. Ne bu ülkede, ne de dünyada. Erkekler tarafından hayatında en az bir defa tacize-şiddete uğramamış kadın olmadığı gibi.

Kadınları kontrol ve denetim altında tutmak erkeklere tanınmış bir hak. Kızının gece sokağa çıkmasına izin vermeyen baba, sevgilisine tokat atan erkek, kadınlara annelik kariyerini teşvik eden bakan, “kadın- erkek eşit değildir” diyen Cumhurbaşkanı, kadın ve erkek arasındaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini besleyen, bu eşitsizlikten güçlenen, erkeklikten faydalanan her erkek Özgecan’ın, her gün şiddete, tacize ve tecavüze maruz kalan kadınların failidir. Bilhassa “Tecavüze uğrayan kadın doğursun,” “O da mini etek giymeseymiş” gibi tecavüzü meşrulaştıran, kadınları sindirip erkekleri cesaretlendiren mesajlar veren devlet, kadınlara yönelik sistematik erkek şiddetinden, kadın cinayetlerinden, tecavüzlerden sorumludur.

Bugün idam naraları atanlara soruyoruz: erkek egemenliğine karşı, kadınları güçlendirecek ne yaptınız şu zamana kadar? İdam naraları atanlar, “her yerde kadın cinayeti, tecavüz var, o zaman, herhalde erkek şiddeti uygulayan her erkek idam edilsin” diyorsunuz. Demek kendinizi biliyorsunuz! Tecavüzü erkekleri hadım ederek, cinayetleri katilleri idam ederek önleyemezsiniz.

Her gün erkek şiddetine maruz kalıyoruz çünkü sokakta-yan komşunuzda bir kadını kocası-sevgilisi-babası- abisi dövdüğünde sesinizi çıkarmıyorsunuz, mahkeme salonlarında tecavüze uğrayan kadınların beyanı sorgulandığında, “rıza” arandığında galeyana gelmiyorsunuz, erkekleri engellemek yerine kadınlara mahsus pembe otobüs isteyenlere gereken cevabı vermiyorsunuz, “tecavüze uğrayan kadın kürtaj yaptırmasın, kendisi ölsün” diyen adamın koltuğunda oturmasına izin veriyorsunuz. Bazılarınız kadın haklarını savunduğunu iddia edip kadınları aşağılamaya, alanlara sokaklara kendini dayatmaya kalkıyor. Nasıl bir erkek dayanışması içinde hareket ettiğinizi sürekli hatırlatıyorsunuz.

Bugün pek çok kadın bu kadar baskıya rağmen, üzerimize salmaya çalıştığınız korkuya, her gün öldüren erkeklere rağmen hayatlarını savunuyor. “Hayır” diyerek, öldürmeye çalışan erkekleri öldürmek zorunda kalarak. Katil erkeklerin öne sürdüğü gibi “aldattıkları”, “boşanmak istedikleri”, “erkeklik görevlerini yapmadıkları” için değil, bunu kendimize hak gördüğümüz için de değil; hayatta kalabilmek için!

İstanbul Feminist Kolektif / 15 Şubat 2015

Kadınlar Hayatlarına Sahip Çıkıyor

510Peki, biz şimdi sizlere ne mi sunmak istiyoruz? Yaşamları ve canları için mücadele eden kadınların; şiddet gördüğü evde, sokakta, mahallede erkekler engellenmediği için canlarına tak ederek ve genellikle de canını kurtarmak için şiddete başvurmak durumunda kalmış kadınların, medyada duyulan haberleri üzerinden aylık bir döküm sunmayı hedefliyoruz. Yani, kadınların tuzluk uzatmadığı, boşanmak istediği, dilediği kıyafeti giydiği, facebook hesabı açtığı, izinsiz sokağa çıktığı için öldürülmelerinin tam tersi bir yerden, şiddetten kurtulmak ve ölmemek için şiddete başvuran kadınların haberlerini paylaşacağız.

Kadınlar Hayatlarına Sahip Çıkıyor! / Ocak 2015 Raporu

İstanbul Feminist Kolektif olarak, kadına yönelik erkek şiddetini önlemek ve bu şiddeti engellemek için uzun yıllardır mücadele ediyoruz. Mücadelemizin temelinde erkek şiddetine karşı kadın dayanışmasıyla hep birlikte güçlenmek; bu şiddetin evde, işte, mahallede, sokakta, ailede maruz kaldığımız çeşitli tezahürlerine karşı birlikte direnmek yatıyor.

Erkek şiddetini önlemek için devlet tarafından geliştirilen politikanın temelinde aileyi korumak ve güçlendirmek var. Bu amaçla bir yandan evlilik teşvik edilirken, diğer yandan boşanmalar engellenmeye çalışılıyor. Bununla da kalmayan bu politikalar önceliğini, ailenin muhafaza edilmesine ayırarak kadını şiddetten korumaya çalışıyorlar. Biliyoruz ki kadınlara tek adres olarak evlilik gösterildikçe, aile dışındaki yaşam biçimleri reddedildikçe ve “fıtrat” söylemiyle kadınlık ve erkeklik rolleri sabitlenerek benimsetilmeye çalışıldıkça, erkek şiddetinin önlenmesi imkansız!

Hayatta kalmak için erkek şiddetine direniyoruz!

Erkek şiddetini önlemek için kadınları cinsiyetçi rollerle aileye bağımlı kılan politikaların terk edilmesi gerekiyor. Ayrıca, devletin kadınları ‘korumak’ için geliştirdiği politikaların da erkek şiddetini önleyecek ve engelleyecek öncelikte olması, yani kadınların eşitliğini ve özgürlüğünü esas alması gerekiyor.

Her gün en az 3 defa karşılaştığımız kadın cinayeti haberlerini okurken, davalarını izlerken kadınların hayat hikayelerinde, öldürmeye kadar varan erkek şiddetinin hakaretle, aşağılamayla ya da tek bir tokatla başladığını görüyoruz. Pek çok kadının yaşadıklarının en az bir yakını tarafından bilindiğini, kimilerinin savcılığa giderek şikayetçi olduğunu, kimilerinin ise bir dönem sığınakta kaldıkları ya da koruma kararı aldıklarını biliyoruz. Peki, kadınlar yaşadığı şiddeti elindeki olanaklarla, ulaşabildiği yerlerle paylaşırken, kadınlara şiddet uygulayan erkekler neden engellenmiyor? Kadınlar şiddetten neden uzaklaştırılamıyor? Bunun üzerine hepimizin düşünmesi gerekmez mi?

Devlet kadın katliamının önlenmesinden sorumludur!

Bu coğrafyadaki kadın katliamının engellenmemesinde en büyük sorumluluğun devlette olduğunu biliyoruz; ancak hepimize düşen bir parça sorumluluğu da inkar edemeyiz. Özellikle çocuklu kadınların, en yakınındakiler tarafından kendilerini evliliğe mecbur hissettirildiğini ve kocalarına bir şans daha vermeleri için ikna edildiklerini biliyoruz. Böylesi bir toplumsal baskı karşısında “Hayır” diyebilmeyi başaran kadınların da karşısına bu sefer devlet destekli ‘Bir şans daha ver’, ‘Çocuğun var yuvanı yıkma’ söylemi çıkıyor. Boşanmış, aileden kopmuş kadınların tek başlarına yaşamalarına yönelik bir sosyal politika esastan reddedildiği için çok sayıda kadın kendileri için şiddet yuvası olan ailelerde yaşamaya devam etmek zorunda kalıyorlar.

Yaşamak için öldürmek zorunda bırakılıyoruz!

Peki, biz şimdi sizlere ne mi sunmak istiyoruz? Yaşamları ve canları için mücadele eden kadınların; şiddet gördüğü evde, sokakta, mahallede erkekler engellenmediği için canlarına tak ederek ve genellikle de canını kurtarmak için şiddete başvurmak durumunda kalmış kadınların, medyada duyulan haberleri üzerinden aylık bir döküm sunmayı hedefliyoruz. Yani, kadınların tuzluk uzatmadığı, boşanmak istediği, dilediği kıyafeti giydiği, facebook hesabı açtığı, izinsiz sokağa çıktığı için öldürülmelerinin tam tersi bir yerden, şiddetten kurtulmak ve ölmemek için şiddete başvuran kadınların haberlerini paylaşacağız.

Ocak ayına dair yaptığımız bu derleme, sadece medya yoluyla ulaşabildiğimiz olayları içeriyor. Cinsiyetçi haberlerin arasından kadınların hikayelerini çekip çıkarmak elbette zor. Bu haberler genellikle bir kadının kocasını/sevgilisini öldürmesinin başlı başına “haber değeri” taşıdığı varsayımıyla hareket ederken, sadece olaya odaklanarak şiddet geçmişine dair bilgiyi bize genellikle sunmuyor. Kadınların yıllarca gördükleri şiddet sonucu, kendilerini korumak için cinayet işlediklerini söyledikleri savunmaları ise gazete satırlarında tek cümleyle geçiştirilen birer “iddia” olarak kalıyor. Bu derlemede ayrıca, meşru müdafaa şeklinde işlenen cinayet ve yaralamaya ilişkin süren davalar ve yargı kararlarına dair haberlere, kendini savunma amacıyla uygulanan şiddete ve konuya ilişkin yapılan açıklama/eylemlere de yer verdik.

Buradaki talebimiz, erkek şiddetini önlemek için aileyi değil kadını güçlendirecek, boşanmayı değil şiddeti engelleyecek politikaların oluşturulmasını yine ve yeniden gündeme taşımak. Biliyoruz ki şiddet uygulayan erkekler engellenemediği için kadınlar, kendilerini korumak adına şiddete başvurmak zorunda kalıyorlar. Kadınların erkek şiddetine karşı çaresiz bırakıldığı erkek egemen sistemde, kendini kurtarmak için yaptığı her savunma bir meşru müdafaadır ve bu tavrın hukuktaki karşılığı cezasızlık olmalıdır! Erkek şiddetine karşı mücadelemizi büyütmek adına kadınların bu direnişini görünür kılmak istiyoruz!

Kadınlar Erkek Şiddetine Direniyor

1 Ocak’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda yeni yıl kutlamalarında kalabalığın arasında tacize uğrayan bir kadın, arkasındaki tacizciye dönerek tekme attı ve, “Ne yaptığını sanıyorsun” diyerek bağırdı. Tacizci ise olay yerinden uzaklaştı.

44 yaşındaki Nermin, 3 Ocak’ta Beyoğlu Örnektepe’de yaklaşık 1 buçuk yıldır görüştüğü ve evinde tecavüz girişimiyle karşı karşıya kaldığı Eyüp Altıparmak’ı boğarak öldürdü. Polise teslim olan Nermin, Gayrettepe Asayiş Şube Müdürlüğü’ndeki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edildi. Nermin, şube çıkışında soru yönelten gazetecilere şöyle dedi, “Herkes hak ettiğini bulur.”

Malatya’nın Kuluncak ilçesinde Zekine, kocası Virani Kergir’i 3 Ocak’ta silahla öldürdü. Zekine, Virani Kergir’in ikinci karısıydı ve resmi nikahları yoktu. Yakalanan Zekine cezaevine gönderilirken, 5 yaşındaki kız çocuklarının Jandarma tarafından Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü’ne bağlı bir yuvaya verileceği öğrenildi.

Konya’nın Selçuklu ilçesinde Bünyamin Gür, 5 Ocak’ta sabaha karşı eski sevgilisi Gülşah’ın, kardeşi Leyla ile birlikte yaşadığı evlerine zorla geldi. 23 yaşındaki Leyla, evi terk etmesini söylediği Bünyamin Gür’ü bıçakla yaraladı. Leyla, olayda kullandığı bıçakla gözaltına alındı.

İzmir’de Y. 8 yılda 4 kez yaşadığı evliliklerin hepsinde kocaları tarafından şiddete maruz kaldı. Her seferinde koruma kararı alan ve evliliklerini bu şiddet sebebiyle bitiren Y., son evliliğinde de şiddete maruz kalınca kocası A. için koruma kararı aldırarak boşanma davası açtı. Ancak, A.’nın uyguladığı şiddet sona ermeyince Y. bu kez A.’yı dövdü. A. ise, “Karım bana şiddet uyguluyor” diyerek koruma kararı aldı ve 12 Ocak’ta boşandılar.

Adana’da yaşayan Eda, sevgilisi Serhat K.’nın şiddetine sürekli maruz kalıyordu. 18 Ocak’ta gece yarısı yine darp edilince Eda, bu kez dayanamayıp mutfaktan aldığı bıçakla Serhat K.’yı bacağından ve göğsünden yaraladı. Ardından 112 Acil Servisi arayarak ev adresini verip ihbarda bulundu. Adana Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Serhat K.’nın hayati tehlikesi bulunmadığı öğrenildi. Fatih Polis Merkezi’ne getirilen Eda, “Bana her gün şiddet uyguluyordu. Artık yeter deyip bıçakladım,” dedi.

Afyonkarahisar’da Fatma, dini nikahla yaşadığı Hasan Yılmaz’ı av tüfeğiyle vurarak öldürdü. Şiddetine sürekli maruz kaldığı ve daha önce ayrıldığı Hasan Yılmaz ile tekrar birleşmek durumunda kalan Fatma, 25 Ocak’ta Hasan Yılmaz’ı öldürdü. Fatma göz altına alınırken olayla ilgili soruşturma sürüyor.

Adana’da Deniz’in ayrılmak istediği ve ayrı yaşadığı kocası Mehmet Yıldırım, evlilikleri süresince birlikte aldıkları kamyonetten Deniz’e pay vermeyi reddetti. Deniz, adamın kulağını tırnağıyla kesti. Mehmet Yıldırım da Deniz’i yumruklayarak şiddet uyguladı. Her ikisine de ‘basit yaralama’ suçundan 29 Ocak’ta dava açılırken 1.5’ar yıl hapis cezası ile cezalandırmaları isteniyor.

Devam Eden Meşru Müdafaa Davaları Ve Yargı Kararları

Fatma, 23 yıldır evli olduğu ve kendisinden yıllardır şiddet gördüğü kocası Metin Kaymak’ı kafasına vurarak öldürdü. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 30 Aralık’ta görülen davanın karar duruşmasında heyet, müebbet hapis cezasıyla yargılanan Fatma’ya evliliği boyunca gördüğü şiddetten dolayı tahrik indirimi ve iyi hal indirimi uyguladı. Ceza, 18 yıl 4 ay’a indirildi. Duruşmada Fatma, “Sürekli dayak yiyordum, aldatılıyordum. Oğluma cinsel tacizde bulunuyordu. Ruh ve sinir hastası oldum sayesinde. Sonunda bana kafayı yedirtti,” dedi.

Bursa’nın Gemlik ilçesinde N., 20 yıl evli kaldığı ve 3 yıldır ayrı yaşadığı eski kocası Y. Z.’nin tecavüz girişimine maruz kaldı. Polise yapılan bu başvuru, 20 Mayıs 2014 tarihinde hazırlanan iddianameyle yargıya taşındı. Hastaneye sevki yapılan N.’nin vücudunun çeşitli bölgelerinde sıyrık, morluk ve ekimozlar oluştuğu tespit edildi. Yapılan yargılama sonucu koca Y.Z. hakkında ‘beraat’ kararı verildi. Beraate gerekçe ise Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin “Cinsel saldırı suçunun basit halinin eşe karşı işlenmesi suç olarak düzenlenmemiştir” kararı oldu. Yargıtay’ın bu kararı sebebiyle sanığa ceza veremeyen Gemlik 1. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Levent Dağdeviren, bunun üzerine sanık için 5 Ocak’ta ‘eşe karşı yaralama’ suçundan suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi.

5 ay önce eski sevgilisini öldüren Selma’nın yargılandığı davanın ilk duruşması Antalya 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Elazığ’da yaşayan 23 yaşındaki Selma, sevgilisi Semih Al’dan ayrılmak istediğini söyleyince Semih Al, Selma’yı elindeki fotoğraflarla tehdit etmeye başladı. Selma’ya tecavüz etti. Selma’nın kendisi hakkında şikayetçi olduğu Semih Al, 7 ayrı suçtan tutuklanmasına rağmen Selma, ailesinin ısrarı yüzünden şikayetinden vazgeçmek zorunda kaldı. Semih Al ise serbest bırakıldı. 10 Ocak’ta görülen duruşmada verdiği ifadede Selma, “Onun yüzünden annemle Elazığ’dan kaçıp Antalya’ya geldik. Ancak peşimi bırakmadı. Olay günü beni 10. kattan aşağıya sarkıttı. Kavga sırasında bıçakladım,” dedi.

Isparta’nın Yalvaç ilçesinde sürekli saldırısına maruz kaldığı tecavüzcüyü öldüren Nevin’in yargılandığı davanın 13’üncü duruşması 12 Ocak’ta görüldü. Feministler olarak takip ettiğimiz duruşmada Savcı Osman Çabuk mahkeme heyetine sunduğu mütalaada, “Nevin’in tecavüze uğramadığını, Nurettin Gider ile 3 yıl süren gönül ilişkisi olduğunu” iddia ederek Nevin hakkında ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası talep etti. Mütalaaya karşılık söz alan Nevin, “Ben namusumu temizledim. Ne gönüllü ilişkim vardı ne de o fotoğrafları gülerek ve poz vererek çektirdim. Tanıkların hepsi de onların yakınıydı. Para verdiler, konuşturdular,” dedi. Duruşma, 25 Mart tarihine ertelendi.

Kastamonu’da kendisine şiddet uyguladığı için kocası Mustafa Ö.’yü tabancayla öldürmekten yargılanan Nurgül’ün cezasına, kadına şiddet indirimi uygulandı. Ağırlaştırılmış müebbet cezasıyla yargılanan Nurgül’ün cezası 17 yıl 6 aya indirildi. 21 Ocak’taki duruşmada Mahkeme heyeti, cezaevinde 2 yaşındaki kızı ile birlikte kalan Nurgül’ün tutukluluğunun devamına karar verdi.

Kendisine evlendiği günden beri şiddet uygulayan, ölümle tehdit eden kocası Özkan Kaymaklı’yı öldüren Yasemin’in yargılandığı dava, 26 Ocak’ta İstanbul Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye devam etti. Olay günü Özkan Kaymaklı Yasemin’i çocuğuyla birlikte bir odaya kilitleyerek bütün gece aç ve susuz bırakmıştı. Sabah olduğunda Özkan Kaymaklı’nın şiddeti yeniden başladı. Yasemin ise bu şiddet karşısında kendisini ve çocuğunu savunmak amacıyla Özkan Kaymaklı’yı bıçaklayarak öldürdü. Duruşmada tanıklık eden Yasemin’in kardeşi Eda, 2 yıllık evlilikleri boyunca ablasının maruz kaldığı ve kendisinin tanık olduğu şiddeti anlattı. Duruşma, 19 Mart’a ertelendi.

Zonguldak’ta geçen yıl 8 Ocak’ta şiddetine sürekli maruz kaldığı 18 yıllık kocası Muhammet Ali Erke’yi boğarak öldüren Ayşegül’ün yargılandığı davanın 30 Ocak’ta görülen duruşmasında Ayşegül’ün tutuksuz yargılanmasına devam edildi. Savcı mütalaasında, “Eylemini haklı görülebilir bir korku ve telaştan kaynaklanan güdü ile savunma sınırını zorlayarak gerçekleştirdiği” kanaatiyle sanığa ceza verilmemesini istedi. Ayşegül, eyleminde meşru savunma ve zorunluluk hali olduğu gerekçesiyle 24 yıla kadar hapis istemiyle tutuksuz yargılanıyor.

Konuyla İlgili Eylemler

İstanbul Feminist Kolektif 30 Aralık’ta kendilerini korumak için şiddete maruz kaldıkları, canlarına kast eden erkekleri öldürmekten ceza alan mahpus kadınlara yeni yıl için dayanışma kartı gönderdi. “Yeni yıla girerken erkek şiddetine direnen kadınlara selam olsun!” diyen kartlar, İstanbul’dan Isparta’ya, Konya’dan Antep’e birçok kadın cezaevine gitti. Kolektif, “Kadınların bu cinayetleri, katil erkekler gibi keyfinden değil, erkek egemen sistemden aldıkları güçle değil, sadece kendilerini ve çocuklarını kurtarmak için işlediklerini biliyoruz,” dedi. Açıklamada ayrıca, “Canını, hayatını savunduğu bu direnişte erkekler gibi ceza indirimi peşine düşmeyen ve erkek yargının kadın katillerine uyguladığı bu indirimlerden nasiplendirilmeyen kadınların yalnız olmadığını herkese duyurmak istiyoruz,” denildi.

İstanbul Feminist Kolektif üyeleri, kendisine yıllardır şiddet uygulayan kocası Özkan Kaymaklı’yı öldüren Yasemin’in yargılandığı davanın 26 Ocak’taki duruşmasına katıldı. Yapılan açıklamada, “Yasemin kendisini savunmasaydı, ya kendisi ya çocuğu, belki ikisi de ölecekti. Şimdi ise Yasemin, kendisine ve çocuğuna sistematik olarak şiddet uygulayan, ölümle tehdit eden kocasını öldürmekten yargılanıyor,” denilirken, Yasemin’in meşru müdafaadan tahliye edilmesi talep edildi. Açıklamada ayrıca, Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin delilleri toplamadan, acele ile yargılama sürecini bitirmek istediği vurgulandı.

Şiddeti İzleme, Müdahil Ol!

İstanbul Esenyurt’ta Mehmet Ali Ünal, 14 Ocak’ta karısı Asiye’nin arkadaşı olarak evlerinde kalan Aysel’e cinsel saldırıda bulundu. Saldırıya uğrayan Aysel, işte olan arkadaşı Asiye’yi aradı; ancak Mehmet Ali Ünal’ın müdahalesiyle telefon yere düştü. Açık kalan telefondaki sesleri duyan Asiye, polisi arayarak kocasını şikayet etti. Mahkeme heyeti, sanık Ünal’ı ”cinsel saldırı” suçundan 12 yıl hapis cezasına çarptırdı. Cinsel saldırı suçunun teşebbüste kaldığına dikkat çeken mahkeme, cezayı 6 yıla indirdi. Sanığın duruşmalardaki iyi halini de dikkate alarak cezayı 5 yıla indiren mahkeme, tutuklu kaldığı süreyi göz önüne alarak sanığın tahliyesine karar verdi.

İstanbul Feminist Kolektif

Burası Kimin Ülkesi?

kadinlarBilgesu Yaprak

Çok değil birkaç gece önce, Kadıköy’ün göbeğinde genç bir kadın evine girerken saldırıya uğradı. Tanımadığı bir adam, kadın binaya girerken üzerine atladı. Aç bir hayvan gibi. Avının canını isteyen bir vahşi hayvan gibi atladı kadının üzerine. Kadının bir canı, bir ruhu, bir önemi yokmuş gibi saldırdı ve gözünün içine bakarak koparmaya çalıştı bir göğsünü kadının. Kadın nasıl bir güçle itebildi adamı üzerinden, nasıl bağırabildi boğazını yırtarcasına, adam can korkusuyla nasıl kaçmaya başladı, mahallenin gençleri ayakkabılarını bile giymeye fırsat bulamadan nasıl düştüler adamın peşine, genç kadın nasıl devrildi kapı önünde, bütün komşular nasıl toplandı, nasıl oturttular kadını sandalyeye, kahve hangi evden geldi, suyu kim uzattı, kim sordu ilk “Ne oldu çocuğum?” diye, kimse anlamadı.

Hikayeyi bile dakikalarca anlatamadı kadın, camda sigara içerken tesadüfen olaya tanıklık eden bir başka kadının dudaklarından döküldü olup bitenler. “Birden atladı kızın üzerine. Binanın içine soktu, göğsünü kavradı. Daha nasıl anlatılır ben bilmiyorum, nefret edermiş gibi koparmaya çalıştı…” Bir komşu kadın akıl etti, bir kontrol etmek lazımdı. Genç kadını eve soktular, soyup göğsüne baktılar. Yaşlı başlı kadınlar hayatlarında ilk defa böyle bir şeye tanık olmuşcasına çığlık attılar. Abiler geldi sonra. “Polise gidelim mi kızım?” dediler. “Bak şahit de var.” Ama genç kadın gözünün yaşını silip başını iki yana salladı. “İstemiyorum. O muameleye katlanacak gücüm yok artık…” Eskiden olsa “Yanına kâr mı kalsın? Bugün sana, yarın başkalarına mı yapsın?” denir, tepki gösterildi. Bu defa kimse itiraz etmedi. Herkes biliyordu sistemi, piyes sergilemenin vakti değildi…

***

2014 Türkiyesinde genç bir kadın tek başına evine yürümekten korkuyor şimdi. Tüm entelektüel birikimi, tüm aktivist tavrı, savunduğu tüm gerçekler bir gecede çalınmış gibi sayıklıyor günlerdir evinde. “Kıyafetim de çok düzgündü. Saat de geç değildi ki. Kimseye bakmamıştım. Kimseye gülümsememiştim. Ben bir şey yapmadım ki. Ben bunu haketmedim ki…” Sanki dünya üzerindeki herhangi bir birey, herhangi bir sebeple böyle bir şey yaşamayı hakedebilirmiş gibi. 2014 Türkiyesinde genç bir kadın evinde bile yalnız kalamıyor şimdi.

Sanki o adam binadan hiç çıkmamış gibi, sanki her an yeniden üzerine atlayıp yarım bıraktığı işi bitirebilirmiş gibi. 2014 Türkiyesinde genç bir kadın aynada göğsüne bakamıyor şimdi. Gözü kapalı sürüyor ilaçlarını, bir parça çürük bile görmekten korkuyor çünkü. 2014 Türkiyesinde bir kadın savaşmak bile istemiyor şimdi. Tek çare buradan gitmekmiş gibi, burası onun ülkesi değilmiş gibi… Sahi, kadınların arkalarına bakmadan adım bile atamadıkları, her geçen gün korkudan bir düğme daha kapadıkları, evlerinin kapılarını üç defa kilitledikleri bu ülke, kimin ülkesi?

***

Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.” -Tezer Özlü

 

Devrim Özgürleştirir…

devrimozgurlestiriÖzgür Can Sunata

Eyy Sarıgazi’de fahişeleri teşhir ettiğinin reklamını Dünya ile paylaşan cepheli en büyük solcular! Ben korktum sizden, beni titrettiniz, bravo.

Yapabileceklerinizden endişeliyim. Çok farklı olsak da, yelpazenin solu adına kaygı duyuyorum…

Sözün bittiği yerde bir şov izledik hepimiz. Aklıma ilk şu geldi, gücünün yettiği birini tespit edip buradan şov yapmak, delikanlılığa sığar mı? Sonuçta cepheliler için  “delikanlı” olmak çok forslu bir şeydir.

Devamını Oku…

Suçlu Erkek Korunur, Mağdur Kadın Ezilir: Burası Türkiye

feminaA., dayanışma istediği için Feminist Kolektif ile tanışan çok genç bir kadın. Yakın zamanda sonuçlanan tecavüz davasından bir kez daha “mağdur” edilerek çıktı. Hukuk yolları tıkanmış durumda ve AİHM’e gitmenin de sonuç vermeyeceği söylenmiş kendisine. Kamuoyu oluşturup Yargıtay’dan yeni bir duruşma talep edilmesi olasıymış ama küçücük yaşında 3,5 yıldır bu mücadeleyi veren A. artık devam edemeyecek kadar yorgun.

Aşağıda okuyacağınız yazı, A tarafından kaleme alındı. “Yeni TCK” masallarıyla kadınları aldatacağını düşünen AKP iktidarının, bu erkek yargı düzenini sürdüren hukukçuların ve  el birliğiyle mağdur kadını bir kez daha mağdur eden erkek  toplumun dikkatine sunulur… Devamını Oku…

Çocuk Gelinler Cehennemi

muhtarDursaliye Şahan 

Türkiye’de ne var? Örneğin DASK var. Zorunlu Deprem Sigortası. Ev alırken veya miras kaldığında bile tapunuzu alabilmek için yaptırmak zorundasınız. Hatta afet sonrası ödeme yapılmayan köy evlerine bile getirilmiş. Üstelik köylerde şehirdeki evlerin 5 misli prim alındığı söyleniyor.

Bu sigortadan kaçış yolu?

Diyelim ki yeni evinize su veya elektrik bağlatmak istiyorsunuz. Elektrik veya Sular İdaresi sigorta fotokopisini mutlaka dilekçenin altında görmek istiyor. Yani kaçma ihtimali sıfır. Pardon! Bir yolu var aslında. Mülkten vazgeçmek.

Şimdi gelelim şu haberlerde tekerleme haline gelen; çocuk gelinler konusuna.

Devamını Oku…

Kadınlar, Dayağa Karşı Dayanışmaya!/Stella Ovadia/Ekim1987

Stella Ovadia

Feminist Dergisi (3.sayı-Ekim 1987)

scan0005Başlattığımız kampanyanın başlığı kendi başına bir program. Kadınları, dayağa karşı dayanışmaya çağıran … Tabii ki kadınların hemcinsleriyle dayanışması, toplumun her alanında (hapishane, okul, ordu) yaygın olan dayak belasıyla karşılaştıkları “özel” alanda yalnız ve çaresiz bırakılmamaları için dayanışma ağları ve giderek sığnaklar kurulması son derece anlamlı ve gerekli. Ama dayağın ve dayağa karşı kadın dayanışmasının feminist açıdan anlamı nedir, değinmek istiyorum.

Çünkü fiziksel şiddet biçimi olarak dayak acı veren bir uygulama olduğundan her türlü hayırseverin doğal olarak karşısına aldığı bir yöntem. Ben de demokrat ve hayırsever bir insan olarak tutukluların, askerlerin, okul çocuklarının dövülerek hizaya getirilmesine karşıyım. Ve bu kadar geniş bir dayağa karşı kampanya açılsa eminim katılmayacak az insan bulunur. “İnsanperverlik” yeter çünkü dayağa  karşı çıkmaya. Ama “insan” türünden soyutlamalarla uğrasmadığımı anlatmıştım geçen sayıda. Kaldı ki bu kadar geniş anlamda alınan dayağa da sadece insanların -ve hayvanların neden olmasın?- canını yaktığı için değil egemenlik ilişkilerini sürdürme aracı oldugu için karşıyım. Hapıshaneye, orduya, bugünkü biçimiyle okula karşı oldugum gibi.

Dayak, cinsiyetlere bölünmüş toplumun, ezilen cins olan kadına karşı uyguladığı gündelik şiddetin parçası, en yaygın olanı ve cinayetten sonra en kabası. Babası ya da kocası tarafından öldürülme ­ ki bir yabancı tarafından öldürülmeden çok daha yaygın- o bir kerede biten bir işkence, dayak ise günlük bir uygulama, üstelik bugünkü yasalarımıza göre ancak büyük maddi zarar verdiği zaman -11 günlük doktor raporu- kamu davası konusu.

Dayak genel olarak bir eğitme -şartlandırma-, sindirme ve ceza yöntemi. Ev içinde ve okulda çocuklar, sirklerde hayvanlar, canları acıtılarak şartlandırılırlar. Büyüklerin, öğretmenlerın dayak atma hakkı vardır ama çocuklar el kaldıramaz, saygıda kusur olur!

Aynı şey orduda aynı fiziksel güçte ama hiyerarşik ilişkide yeri farklı iki erkek arasında da sözkonusu. Er dövülür ama erin subaya cevap vermesi bile ceza konusudur. Karakolda ve hapishanede dayak hem sindirme, eğitrne, hem cezalandırma, hem de işkence aracıdır. Şiddetin bu kurumlardaki yeri bu kurumların toplumdaki işlevlerinin icabıdır. Toplumlararası şiddet de savaş biçimini alır. Bu insan türünün sınıflı ve milliyetli topluluklardan ileri bir örgütlenmeye geçememiş olmasının belirtisi ve sonucudur. Bizim kadınlara yönelen dayakla uğraşmamızın nedeni, genelde sınıflı ya da milliyetli topluma karşı olmamız ya da uygulama olarak dayağı fazla can acıtıcı bulmamızla sınırlı değil. Bunu vurgulamakta yarar var.

Dayak, toplumun cinslere bölünmüş yapısının bir belirtisi. Ve bir belirti gibi ele alınmalı. Dayak toplumun başka kurumları için ne anlatıyorsa aile için de onu anlatıyor: Aile hiyerarşik bir yapılanmadır. Kadınlar üstünde hak ve söz sahibi olan babalar ve kocalar (kayınpeder. Kayınvalde, ağabey, nişanlı, sevgili gibi aynı konumdaki kimseler dahil) kadınları dayakla eğitiyor, dayakla cezalandırıyor. Aile egemenlik ilişkisi içeren bir kurum ve bu kurumda ezilen yerde olanlar kadınlar ve çocuklar. Şu anlamlı ayrıntıyı da unutmayalım; kadınlar yetişkin yaşta çocukken yediklerinden daha çok dayak yiyebiliyor!

Her erkeğin karısını dövmediğini kadınların kırsal ya da gecekondu bölgelerinde daha çok dövüldüğünü de aynı şekilde okumak mümkün: Her erkek karısını dövmüyorsa karısından istediğini başka yollarla alabildiği içindir. Nasıl ki eskiden karaderilileri çalıştırmak için dövmek gerekirken bugün mülksüz bırakmak yetiyorsa! Aynı şekilde, erkeklerin kadınları dövmekten vazgeçmeleri için onları eğitmek yettiğini ileri sürmek ezilenlerin (karaderili olsun, mülksüz olsun) mücadele etmeden hak elde edebileceklerini düşlemeye benzer.

Dayak  kadınlar üstündeki egemenliği sürdürme yollarından sadece biri. Kadınlara karşı gündelik şiddet dayak ve toplumumuzdaki atasözleri gibi dolaysız biçimlerden, aşağılama, hiciv (Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinin Kadın Şenligi haberini verme biçimini hatırlayın!) laf atma, ahlaksal değer yargıları (kadınlara yakışmayan davranışlar: gece sokağa çıkma, açık saçık giyinme, konuşma vb .. ) gibi dolaylı biçimlere ya da doğrudan ekonomik yollara (ev işine ve analığa yazgı, erkeklerle aynı mesleki eğitim ve ücreti alarnama vb .. ) uzanan bir yelpaze oluşturuyor. Bu biçimler toplumdan topluma tarih içinde ve ekonomik yaptırımların yaygınlığına göre bölgeden bölgeye, katmandan katmana çeşitlenebiliyor. Ancak ne Türkiye’nin, ne de dünyanın hiçbir yerinde cinsiyetsiz toplum kurulmadığından yaygınlığını ve güncelligini koruyor.

Kadınlara karşı şiddetin işlevi nedir? Kadınlara karşı tehdit ve şiddet kadınları belirli davranışlara zorlamayı ve bazı alanlardan dışlamayı ya da etkinlik alanlarını sınırlandırmayı amaçlıyor. Ve kadınların kamusal alandaki etkinliklerini sınırlama, kadınları ev içine ve ev işine sürerken, kadınların ev işini boğaz tokluğuna yapmaları da kadınların mesleksiz olmalarını ve düşük ücretli işlere razı olmak zorunda kalmalarını beraberinde getiriyor. Kadınların “özel” alana sıkıştırılmaları erkeklerin kamusal alanı (sokak, ücretli üretim. sendika. siyaset vb.) ellerinde tutmalarını kolaylastırıyor. Erkekler bu alanları kendi çıkarları doğrultusunda belirlemek gücüne sahipler. Bu gücü yukarıda saydığım çeşitli baskı ve şiddet yollarıyla ellerinde tutuyorlar. Cinsiyetçi toplumda kadınların erkek alanlarından dışlanmasının meşruluğu kendi başına ceza tehditini içeriyor: Sınırları zorlayan kadınlara laf atılır, parmak atılır, dayak atılır! Söz konusu sınırların darlığından sözetmek bile gereksiz: kampanyaya gelen mektuplar örnek dolu. “Kadınlık” alanlarını kabul etmemekten (ev işlerini ya da çocuk bakımını aksatmak) “erkek” alanlarına adım atmaya (sigara içmek, sokağa çıkmak, ücretli işe girmek isternek. “erkek” gibi tartışmaya çalışmak, soru sormak, başka erkeğe bakmak ya da baktırmak vb .. ) her varolma cüreti ceza nedeni olabiliyor. Kısacası, kadınlara karşı gündelik şiddet, kadınları kadın yerinde tutmaya, yani cinsiyet egemenligini sürdürmeye yarıyor. Bu yüzden de hangi erkeklerin hangi durumlarda hangi kadınları dövdüklerini araştırmak, ancak, cinsiyetçi yapının örgütlenme çeşitlemelerini anlamaya yarar.

Bu bağlamda hangi erkeğin dayak atmadığı ya da hangi kadının kendini dövdürmediğiyle uğraşırken, aynı erkek ve kadının cinsiyetçi toplumun dışında kalabilme olasılıklarına da bakmak gerekir. Böyle bir olasılık olmadığından, olsa olsa belirli bir erkeğin dayak atmadan cinsiyetçi toplumun yararlarından nasıl istifade ettiğine bakmamız gerekir. Örnek olarak karısını sevgiye, çiçeğe ve hediyeye boğan bir erkeğin katıldığı topluluklarda (otobüs, sokak, kahve, meyhane, fabrika ya da sendika, parti ya da işletme yönetim kurulları) kaç kadın olduğunu ve kadınlara nasıl davranıldığını verebiliriz. Kendisini dövdürmeyen kadının verdiği sayısız taviz ile “erkek dünyasında yer kapmış” erkek-kadınların kendileriyle ilgili geliştirdikleri yanlış bilinci de cinsiyetçi toplumun kar hanesine yazmak gerekir. Aile içinde dövülen kadınların yaşadıkları karabasana rağmen neden evliliklerini sürdürdüklerinin sırrı ise evlilik kurumunun doğru tahlilinde gizli. Erkek egemen toplumun kurucu birimi olan aile ile ailenin yasal düzenlemesi olan evlilik kurumunun kendi başlarına, kadınların alanı olan “özel”i oluşturdukları, kadınlara bunun dışında hayat hakkı tanınmadığı hatırlanırsa, bunca evliliğin dayağa rağmen nasıl sürdüğü anlaşılır gibime geliyor. Zaten, bana kalırsa, bedeli sadece ev işi olan evliliklerin de nasıl ve neden sürdüğü araştırılmalı ve unutulmamalı ki dayak  birimizin başındaysa, şiddet hepimizin başında! Kadınların aile ve evlilik dışında?! da güvenlik içinde varolabilmeleri için de ekonomik ve siyasal bağımsızlığımız için mücadeleyi gerekli buluyorum.

Bu yüzden de “Kadınlar, dayağa karşı dayanışmaya!” cağrısı, cinsiyetsiz toplum için mücadele çağrısının ilk adımı sadece. Mücadelenin kadınlar tarafından yürütüleceğini, hedefin kadınlar üstündeki tüm baskı ve yaptırımları kaldırmak oldugunu hatırlatan bir çağrı.

Kadınlar Dayağa Karşı Dayanışmaya/feminist dergisi-1987 Kasım

resim-1559-001Kadınların dayağa karşı dayanışma kampanyası, boşanma davası açan bir kadının aleyhine verdiği gerekçeli kararda “kadının sırtından sopa, karnından sıpa eksik olmamalı” diyen hakim Mustafa Durmuş’a açtığımız hakaret davası ile başladı, dayağın meşrulaştırılmasına karşı yürüyüşle devam etti, kadın şenliğiyle sürüyor.

Devamını Oku…

“Kadınlar Dayağa Karşı Dayanışmaya Kampanyası” Bildirisi

dayanisma5Kadınların Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası, boşanma davası açan bir kadının aleyhine verdiği gerekçeli kararda, “Kadının sırtından sopa, karnından sıpa eksik olmamalı” diyen yargıç Mustafa Durmuş’a açtığımız dava ile başladı, dayağın meşrulaştınlmasına karşı yürüyüşle ve kadın şenliğiyle devam etti.

Devamını Oku…

Erkek Egemenliğine ve Erkek Yargıya İtiraz Eden Kadınlar Yargılanıyor

Kadına  yönelik erkek şiddeti azalmadan sürüyor, her gün yeni bir kadın cinayeti haberiyle güne başlıyoruz. Kadın cinayetlerinin sayısını devletin çelişen açıklamaları nedeniyle tam olarak bilemiyoruz. Resmi makamlardan gelen sayılarda, basında çıkan haberler yoluyla tutulan çetelelerdeki rakamlarda kadın cinayetlerinin hız kesmediğini, her gün bir kadının öldürüldüğünü görüyoruz.

Devamını Oku…

Kadına Yönelik Suçlarda Tarafız/İstanbul Feminist Kolektif

Kadına Karşı Erkek Şiddeti Davalarına Kadın Örgütleri Taraftır,
Aile Bakanlığı Değil!

Kadın örgütleri olarak bugün bir kez daha kadına karşı erkek şiddet davalarında “TARAFIZ“ demek için Fatma Şen`in duruşmasını takip edeceğiz. Fatma, evliliği içinde kocası tarafından sistematik olarak şiddet gördü. Maruz kaldığı şiddeti polise bildirdiğinde, polis, hiçbir şey yapamayacağını söyledi, Fatma`nın mahkemeden aldığı tedbir kararından feragat etmesi için Fatma`yı zorladı. Fatma şiddet gördüğü evde yaşamaya mecbur bırakılırken, son olarak, sanık olan kocası, “ben seni öldürüp hapse girmem sen kendini öldür“ dedi. Aslında bütün kadın cinayeti davalarında olduğu bunda da sanık cinayetin her aşamasını tasarlamıştı. Son olarak Fatma`yı balkondan aşağı atarak onu öldürmeye teşebbüs etti.

Devamını Oku…

Devletin Görevi Kadınların Tamamını Şiddetten Korumaktır

Basın Açıklaması – 28 Aralık 2011

Devletin Görevi Bazı Nikahlı Kadınları Değil
“Her Kadını” Şiddetten Korumaktır!

Kadına karsı şiddet yasa taslağındaki “yakın ilişki içinde yaşayanlar” kavramı Başbakanlık tarafından taslaktan çıkarılmıştır. Oysa imam nikahlı ilişkilerden resmi nikah imkanı olmayan zorla erken evlendirilmiş kız çocuklara; aynı çatı altında nikahsız yasayanlardan, birlikte oturmadıkları halde bir ilişki içinde olanlara kadar, Türkiye’de yaşayan milyonlarca kadın şiddet yaşamaktadır.

Devamını Oku…

Kadın Cinayeti Davalarına Müdahiliz!

Şefika Etik, Türkiye’de her gün öldürülen kadınlardan biri. 6 Ekim 2011 tarihinde boşanmak istediği kocası tarafından öldürüldü. Kamuoyu onu Habertürk’ün medya şiddeti olarak tanımladığımız, sürmanşetinde yayınladığı, sırtından bıçaklı fotoğrafıyla tanıdı.

Devamını Oku…

Arzu Yıldırım ölmeyebilirdi/İstanbul Feminist Kolektif

Erkek şiddetiyle ilgili suç duyurularını önemsiz sayan, görevini yapmayan, kadınları  ‘korunmasız bırakan’, savcıları takip ediyoruz! Gözümüz savcılıklarda!

Arzu Yıldırım İstanbul Ümraniye’de birlikte yaşadığı sevgilisi tarafından öldürüldü. Arzu’nun çantasından savcılığa verdiği ‘ öldürüleceğim’ dilekçesi çıktı.  Arzu 7 Şubat’ta bu dilekçeyi verdikten 2 gün sonra öldürüldü.

Devamını Oku…

Öldüren “Sevgi” İstemiyoruz!/İstanbul Feminist Kolektif

65292_411426735610174_1445286718_nHer gün en az 3 kadın en yakınındaki erkeklerin “sevgi”si yani baskı, yasaklama, kıskançlık, sahiplenmesi yüzünden öldürülüyor!

Bugün 14 Şubat Sevgililer Günü. Korkarız bugün de gazetelerin 3. sayfalarında Türkiye’de sevgilisinin elinden çiçek alacak ya da almayacak kadınlardan birkaçının ölüm haberlerine rastlayacağız. Bugün sevgililer günü, oysa erkeklerin “sevgisi” yani sevgi addettikleri baskı, yasaklama, kıskançlık, sahiplenmesi yüzünden günde en az 3 kadın öldürülüyor.

Devamını Oku…

Celalettin Cerrah kadınları hedef gösteriyor!/İstanbul Feminist Kolektif

Münevver Karabulut’un babasına “Kızına sahip çıksaydı.”diyen İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah esas kendi diline sahip çıksın!

Kadın katillerine cesaret veren, kadın düşmanlığını körükleyen sözler eden, 18 yaşında katledilen Münevver’in ailesine “Kızlarına sahip çıkmışlar mı?” diye soran Celalettin Cerrah esas kendi diline sahip çıksın!

Devamını Oku…

Aslı Baş Davasında Erkek Adalet Değil Gerçek Adalet İstiyoruz/İstanbul Feminist Kolektif

aslibasdavasi

“Medyadan; ‘nüfuzlunun’ ve ‘erkek’in yanında olan taraflı habercilik değil, gerçekleri ifşa etmesini; mahkeme’den suçluları gizleyen, koruyan bir yargılama değil adaleti tecelli ettirmesini istiyoruz” diyen İstanbul Feminist Kolektif basın açıklaması yaptı. Hazırlanan metni paylaşıyoruz:

Aslı Baş davasında erkek adalet değil gerçek adalet istiyoruz!

İntihar değil cinayet!
Bütün failler yargılansın!

Kadın cinayetlerinin istatiksel değerinin düşmesi ile “övünen” hükümetin söylemlerinin aksine, Türkiye’de kadın cinayetlerinin işlenme biçimlerinin değişiyor; cinayetlerin durmamasının yanı sıra failler yargılanmıyor, gereği gibi cezalandırılmıyor.

Erkeklerin her gün 3 kadını öldürdüğü, “yargı”, “devlet” ve “medya” işbirliğine her gün tanık olduğumuz bu ülkede, cinayetin delilleri, silahları, işlenme biçimleri değişiyor belki ama öldürülenlerin kadınlar, öldürenlerin erkekler ve işbirlikçilerin yargı, medya ve devlet olarak kalmaya devam ettiği bu gerçeklik karşımızda, tanıklıklarımızda, gazetelerde ve tıpkı Aslı Baş’ın düşmesinin kaydedildiği video görüntüleri gibi ekranlarımızda…

Devamını Oku…

“ABD’li Kadın Turist Sarai Sierra”

sarai

Tuğçe Sarıgül

“ABD’li Kadın Turist Sarai Sierra” diye başlıyor haberlerden birinin ilk cümlesi.

Bu turistin cinsiyeti erkek olsaydı “erkek turist” yazar mıydı onu düşündüm önce.

Sonra başka bir haberi okudum:

“Otopsi raporlarının genellikle 2-2,5 ay içinde tamamlandığı ancak Sierra’nın ‘özel durumu’ nedeniyle sürenin biraz daha uzayabileceği öğrenildi. Raporun yaklaşık 3 ay içinde çıkabileceği tahmin ediliyor.”

Neydi bu tırnak içindeki “özel durum”? Cinsiyetçi ve reklam kokan bu tırnak işareti çok fazla şey anlatıyordu aslında.

Derken, diğer haberleri taradım. Her cümle kendi içinde içler acısıydı.

Kadının tek başına yurt dışına çıkması mı yazılmadı, ajan olduğu mu, 13 günlük kirasını peşin ödediği mi… Hepsi ama hepsi yazıldı, konuşuldu.

Peki, haber değeri olan şey (ki burada bir insanın can kaybıydı) bunlar mıydı, yoksa bir kez daha bir kadının öldürülmesi miydi?

Sierra, ölü bulundu. Ama hemen üzülmesin kimse; tecavüz edilmedi. Derin bir nefes alabiliriz ülkece! Tam rezil olacakken yırttık yine.

Haberlerin erkek egemen dilini sıkça okuyor görüyoruz. Her defasında bizi şaşırtmamayı başarıyorlar.

Haberlerin ilk cümlesinden son cümlesine kadar salyalı ağızlardan cinsiyetçilik akan dili görmemek için kör olmak gerekiyor.

Bu cinsiyetçilik bombardımanı Sarai’nin tek başına Türkiye’ye gelmesiyle başladı: Madem iki çocuğu var, neden onları yalnız bıraktı, kocasıyla sorunu mu vardı da onunla gelmedi, parası olmadığı bilindiği halde neden Türkiye’den sonra başka ülkelere gitti, bu paranın kaynağı ne, gittiği ülkeler ve güzergâha göre ajan ve kurye olabilir mi,

Taylan kişisi kim, odaya sürekli 3-4 erkekle dönmesi ne anlama geliyor?…

Ülkemize gelen bir turistin “ölü bulunmasının” ardından, bu cümleye gelen karşı atak soruları onlarca daha uzayıp gidebilir. Son sorudan başlayacak olursak bu ne anlama geliyor?

-Toplumca rahat edebiliriz, kadın zaten …

-Ee?
-Hak etti yani.

Çocuğunu ve kocasını bırakmayan sadık eş ve şefkatli olmasını beklediğimiz Sierra…

Nereden biliniyor öyle olmadığı? Peki, gerçekten hem sadık eş hem şefkatli anne olmak zorunda mı? Tatile çıkmak için ille kocasıyla sorunu mu olmalı? Bu durum bize o kadar absürd geliyor ki, “Sarai olsa olsa ajan olabilir”i yapıştırıveriyoruz. Üstelik tam tersi bir durum olsaydı, yani ülkesinden buraya sadece bir kadınla birlikte olmak veya fotoğraf çekmek için gelen bir erkek olsaydı ve öldürülseydi, o insanın adını biliyor olur muyduk? ABD’li olmasa haber bile olmazdı belki. Aynı şey Sarai Sierra için de geçerli. Bu durumu ilginç ve magazinel kılan;

ölen kişinin ABD’li olması,

kadın olması,

ailesini bırakarak ilk kez yurt dışına çıkması,

parası olmadığı bilindiği halde birden çok ülkeye gitmesi

ve bir erkekle buluşması…

Kadının hiçbir durumuna saygı göstermeksizin, kalbine, ailesine, cebine attık ellerimizi. Kurcaladık da kurcaladık. Tek sorgulanmayan şey; “neden?”

Neden Türkiye’ye gelen yabancı kadınların ve burada yaşayan diğer kadınların can güvenliğinin olmadığı, korunamadığı…

Yalnız bir kadın yurt dışına çıkıyorsa başına gelecekleri önceden kabul etmiş sayılır. Üstüne bir de Müslüman ve Türk olmaması eklenince taciz kaçınılmaz olur. Özellikle,

Türkiye’den Rusya’ya giden erkeklerden Rus kadınlarının sıtkı sıyrıldı. Türk olmayan tüm kadınları elle, sözle, gözle taciz etmek gayet meşru. Onlar zaten “rahat”. Şikâyet edip karakola gitseler bile, orada da güvende olabilecekleri ihtimali düşük.

“Tecavüz bulgusuna rastlanmadı”

Sierra ölü bulunduktan sonra, ardından gelen ikinci cümle de şu oldu: “tecavüz bulgusuna rastlanmadı”.

Peki, bu cümle bize neden bu kadar iğreti geliyor?

Bu duruma şükretmemiz bekleniyor da ondan. Pippa Bacca olayındaki gibi “rezil olduk” nidaları atılırken bir de bakıldı ki tecavüz edilmemiş. Bundan mutlu mu olmamız gerekiyor? Kendi kendini ele veren bir toplum!

Yabancı bir kadının tecavüz edilip öldürülmesinin yansıması, yalnızca dünyaya rezil olmak olarak adlandırılıyor. Tek derdimiz var, aman ele güne rezil olmayalım, açık vermeyelim!

Misafirperverliğiyle övünen bir ülke daha var mı Türkiye’den başka? Buraya tatile, gezmeye gelen her yabancı kadını rahatsız etme, taciz etme “hakkı” da nereden çıkıyor o zaman?

Kadir Topbaş bizimle aynı ülkede yaşadığından emin mi?

Başka bir haber başlığı ise şöyleydi: Taylan K’dan “Birlikte Olduk” İtirafı.

Ve yine bir tırnak işareti. Vurgu orada.

“Sierra’nın öldürülme haberinin en önemli olayı bu.

Başına neden böyle bir olayın geldiğinin sebebi o tırnak içindeki cümle.

Siz siz olun, kocanız dışında kimseyle birlikte olmayı aklınızdan dahi geçirmeyin”

türünde bir tırnak işareti. Bakın, ne çok anlam kattı değil mi? Tek bir işaretle ahlak ve hayatımız hakkında bir yığın laf çıktı ortaya.

Bu başlığın hemen altında da Kadir Topbaş’ın “İstanbul Daha Güvenli” sözleri: (bkz: “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, ABD’li Sarai Sierra cinayetine ilişkin şu değerlendirmede bulundu: “Dünyanın diğer kentleriyle mukayese ettiğinizde, İstanbul daha güvenli. Bu vahşi cinayet bizi üzmüştür. Mutlaka failler tespit edilecek. Ancak hoşumuza gitmeyen bir sonuç ortaya çıkmıştır. Çalışmalar sürmekte, valilik ve emniyetimizle müşterek çalışmalar yapıyoruz”.)

Kadir Topbaş bizimle aynı ülkede yaşadığından emin mi acaba?

Bu bir zaytung haberi gibi. Her gün 3 kadından fazlası erkekler tarafından öldürülürken, istatistiklere ülkemize gelen yabancı kadınların öldürülme sayısı da eklenip artık çeteleler bu doğrultuda tutulmalı. Çünkü kadınlar sistematik bir şekilde “cins kırımı”na uğruyor. Münferit olarak değerlendirmek korkunç… Kadir Topbaş ve türevlerinin yaptığı ise tam anlamıyla bu!

Kendileri bu ülkede istatistiklere bile giremeyecek kadar hızla öldürülen kadınlardan haberdar değiller mi? Adında artık “kadın” adı olmayan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin de bu durumu biliyor, diğerleri de… Türkiye bizler için güvenli bir ülke falan değil Topbaş. Biber gazları bu ülkede “tacize karşı” etiketiyle satılıyor sağda solda. Koruma talep eden binlerce kişinin cinsiyeti: kadın! Çantalarında savcılık şikâyetlerinin olduğu belgelerle öldürüldü yüzlerce kadın. Tecavüzü uğradıklarında, üzerinde ne vardı diye soran da yine savcınız, hâkiminiz. Tecavüze yeltenip eylem gerçekleşmedi diye beraat edenlerin olduğu bir ülkede yaşıyoruz. 13 yaşında bir çocuktan tecavüz sonrası “rıza” arayan yargınız var. Onlarca erkeğin tecavüzüne uğrayan kadınlar rahatsız, çünkü o adamlar dışarıda. Çünkü o kadınlar hayatları boyunca hatırlamak istemeyecekleri o gerçekle, gittikleri her kurumda kendileri suçlanırcasına yeniden yüzleşiyorlar. Sen güvende olabilir, onlarca korumayla gezebilirsin. Devlet sana sıcak kucağını açabilir Topbaş, ama biz kadınlar her gün biraz daha ölüyoruz! Ölen, tecavüze uğrayan kadınların haberleriyle, “hala yaşayan” kadınlar olarak biz de ölüyoruz!

Bu tecavüz, taciz ve şiddet haberleriyle bir yandan da devletinizin, hükümetinizin ekmeğine yağ sürülüyor. Kadınların kork(uturul)arak evlere hapsolması ve sadece aile kurup o aileye sadık kalarak güvende olabileceğini düşünüyorsunuz. Ama aile içi şiddet, tecavüz ve ensestin esamesi okunmuyor.

Washington Post’ta makalesi yayınlanan gazeteci Alyson Neel, İstanbul’da başına gelen taciz olaylarını anlattığı için yine utanca (!) boğulduk. Dünya kadınları olarak gittiğimiz bir ülkede başımıza kötü bir şey geleceğinden öyle eminiz ki, bunun için rehberler bile hazırlanıyor. Devamlı olarak kendimizi korumak için ne yapmamız gerektiği söylenen bizleriz. Tacize, tecavüze uğradığını ispatlamak da yine bizim yükümüz. Kapalı giyinmesi, “ailesini” bırakmaması söylenen de yine biziz. Daha henüz bir ceninken başlıyor, yapmamız gerekenler listesi. Her şey aleyhimize delil olabiliyor. Alyson’ın şikâyet için gittiği karakolda bile, onu rahatsız eden yine bir erkek polisti. Hiçbir yerde güvende değiliz.

Şimdi bir de denetimli serbestlik yasası çıktı. Rahat eden üç beş kadın vardıysa da, artık onlar için de, bizim için de huzursuz günler katlanarak artıyor. Trajikomik olan şu ki; “bu yasayla, denetimli serbestlik tedbiri kapsamında cezanın infazıyla; hükümlülerin dış dünyaya uyumlarını sağlamaları, aileleriyle bağlarını sürdürmeleri ve güçlendirmeleri amaçlanıyor”muş.

Bu amaç erkeğin karısını öldürüp huzura ermesiyle sağlanacak zaar.

Biz kadınlar dünyayı on kere keşfe çıkabiliriz. Tüm bu yukarıda sayılanlara son veren, güvenliğimizi sağlayan yasalar çıkarılıp dünya bizler için gerçek anlamda güvenli olunca, aile ya da eş, koca kisvesi altındaki prangalarımızdan kurutulunca, yasalarınız, muhafazakâr söylemleriniz, erkek egemen sisteminiz ve ahlak anlayışınız yerle yeksan olunca…
O ana kadar mücadeleye devam!

Biz bunları oldurana kadarsa, Pippa, Sarai, Melek, Münevver ve Güldünya’yı ve aramızda olan olmayan diğer kadınları yaşatacak, onları unutturmayacak, size bunun hesabını soracak ve kafanızı çevirdiğiniz her yerde olmaya devam edeceğiz.

 

Aile Dışında Hayat Var!/2013 Şubat

adhvBiz kadınların hayatları patriyarkal (ataerkil) kapitalist sistem altında her dönem zordu. Bize modern çekirdek aile içinde sunulan en iyi seçenek, karşılıksız ev ve bakım emeğimizin yanı sıra düşük ücretli “kadın işleri”nde çalışarak aile yaşamının idame ettirilmesinde  destek güç oluşturmak oldu. İçine sıkıştırıldığımız ücretli emek-ücretsiz emek kıskacı, eve ek gelir getirsek de aileden, kocalardan bağımsızlaşmamızın önünde hep bir engel oluşturdu.

Devamını Oku…

2012 Sonundan Haberler

20123Kadınlar “hayır!”, “istemiyorum!”, “boşanacağım!” dedikleri için erkek şiddetine uğruyor, öldürülüyorlar…

Erkek şiddetini kaydediyoruz… Davaları izliyoruz…

İzmir’de son sekiz ayda 4 bin 650 kadın, şiddet gördüğü için devletten koruma ve sığınma talep etti. Ankara’da 3 bin 900, İstanbul’da 2 bin 800, Antalya’da bin 350, Adana’da ise 950 kadın,
şiddet gördüğü gerekçesiyle şikâyetçi oldu.

Devamını Oku…

Kadının Beyanı Esastır, Tersini İspat Yükümlülüğü Erkeğe Aittir…

kadnn-beyan-esasKadınlara yönelik tacizin, cinsel saldırının, tecavüzün, şiddetin ve hatta kadın cinayetlerinin adeta sıradanlaştığı bir toplumda yaşıyoruz. Bunların sürekli gündemde olmasına rağmen, ne devletin önleyici önlemler almaya niyeti var ne de yargının erkekleri cezalandırmaya. Üstüne bir de ceza almadan salıverilen erkeklerin, patriyarkal bir dayanışma içinde diğer erkekler tarafından kadına haddini bildirmiş, şiddetinin haklılığı anlaşılmış, zafer kazanmış kahramanlar olarak el üstünde karşılanması var.

Devamını Oku…

F.Ş.’nin İnatçı Cesareti

kadn_cinayet_ic_dis_renkBanu Paker

Hastanenin ortopedi bölümünde üç yataklı bir odanın ortasında yatan F.Ş.’yi ilk gördüğümüzde yastık desteğiyle yan yatırılmış bir halde uyuyordu. Yanında sonradan refakatçim olarak tanıttığı 15-16 yaşlarındaki kız yeğeni yatağın ucunda sessizce oturuyordu. Gazeteci olmadığımızı ama haberini basından öğrendikten sonra ziyaret etmek istediğimizi, İstanbul Feminist Kolektif adına geldiğimizi kısaca anlattık. Oldukça iri ve siyah gözlerini kırpıştırarak, sıcak bir gülümsemeyle bizi kabul etti. Yatağının yanına iliştik. Belli ki basının sorularından bunalmıştı. Biz de dinledik…

Devamını Oku…

Ayşe Yılbaş Davasının Peşini Hiç Bırakmadık

ayskartAyşe Yılbaş da temas halindeyken kaybettiğimiz bir kadın.  Ayşe Yılbaş 24 yaşındaydı. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde öğrenciydi. Boşanmak üzereydi. Kocasından ayrıydı; çocuğuyla birlikte ailesinin yanında yaşıyordu. Boşanma davasını iki feminist avukat yürütüyordu. Hastanede nöroloji servisinde çalışırken, boşanmak istediği kocası Astsubay Kıdemli Çavuş Hüseyin Güneş Özmen tarafından 22 Şubat 2008 tarihinde 12 kurşunla öldürüldü.

Devamını Oku…

Yargı ve Erkek El Ele Iraz’ı Katletti!

dsc_0006Dijan Özkurt

Gün geçtikçe artarak devam eden sistematik erkek şiddeti, her gün biz kadınların canını almaya devam ediyor. Erkek şiddetinin kurbanlarından biri olan ve ne yazık ki dün itibarıyla hayatını kaybeden Iraz Ekinci örneği yargının ve devletin erkek şiddetini engellemek yolunda adım atmak şöyle dursun adeta cinayete davetiye çıkarmak için elinden geleni yaptığını bize bir kez daha göstermiş oldu. Devamını Oku…

Gülşah’ı Korumadınız, Ümit Karakafa’yı Engellemediniz!

gulsah

 

 

 

 

 

 

“Ablam polisken kendini koruyamadı. Devletimiz, ablamı koruyamadı. Amiri 2-3 günlük izin veremedi.

Yukarıdaki sözler 6 Temmuz 2012 tarihinde kocası tarafından vurularak öldürülen Gülşah Karakaya’nın(25) kız kardeşi Melis’e ait. Gülşah, kendisi gibi polis olan Ümit Karakafa ile 4 yıl önce evlendi. Tokat’ta görev yapan Gülşah, evliliği boyunca kocası tarafından tehdit ediliyor, şiddet görüyordu. Sonunda boşanma davası açan Gülşah, Ankara’da işe gitmek için servis beklerken eski kocası tarafından 4 el ateş edilerek öldürüldü.

Devamını Oku…

‘Melek’i Uğurlarken Boğazım Düğüm Düğüm…’

melekerkeksiddetiAğrı’nın Hamur ilçesinde iki çocuk annesi 24 yaşındaki Melek Karaaslan erkek şiddetine uğrayan kadınlardan biriydi. ’Namus meselesi’ yüzünden kabul edilmediği köyüne cenazesi ile döndü. Uçakla Ankara’dan Ağrı’ya getirilen Melek’in cenazesi yol üzerindeki akaryakıt istasyonunda yıkandı, çocukluğunun geçtiği Çağlayan Köyünde toprağa verildi. Cenazesini Vakad’lı kadınlar taşıdılar. Melek öldükten sonra herkes ona sahip çıktı. Bakan Fatma Şahin de ’Öldüremedikleri için ölüme terk etmişler’ denilen ve ruh sağlığını kaybeden Melek’in davasının takipçisi olacağını söyledi. Devamını Oku…

Fatma’ya Bu Sonu Hazırlayan Sadece Kocası mı?

img_7448255b1255d

 

 

 

 

 

Kocası tarafından ölüm tehdidiyle 4. kattan düşürülen Fatma Şen’in davasının ilk duruşmasında, “intihara yönlendirme” değil “insan öldürmeye teşebbüs” suçlamasıyla görevsizlik talep edildi. İstanbul Feminist Kolektif üyeleri de davayı avukatlarıyla birlikte izlediler. İstanbul Feminist Kolektif “Fatma’yı korumadınız. Çetin Şen’i engellemediniz” pankartıyla adliye önünde bir basın açıklaması yaptı. Duruşma sonrasında da bir grup feminist duruşmaya katılamayan Fatma’yı ziyaret ederek duruşmanın bilgisini verdiler. Duruşmada Fatma Şen’in ifadesinin hastahanede alınması kararlaştırıldı. Duruşma görevsizlik konusunda karar vermek üzere 13 Ağustos’a ertelendi.

Fatma Şen 29 yaşında, 12 yıldır evli. 12 yıl boyunca eşi Çetin Şen’den gördüğü şiddet, en son Fatma’nın canına kast etme noktasına geldi. Çetin Şen, Fatma’yı öldürmeye ve bu cinayetten cezasız kurtulmaya o kadar kararlıydı ki, cinayetin intihar gibi görünmesi için gereken bütün önlemleri almıştı.

Önce Fatma’yı, birbirine eklediği iki fularla kendisini doğalgaz borusuna asmaya zorladı, fularlar kopunca birinci plan gerçekleşmedi. Sonra yine hazırda bulundurduğu bıçakla tehdit ederek Fatma’yı balkondan atlamaya zorladı. Fatma balkondan atladı ve şimdi bir aydır hastanede. Bacakları ve omurga kemikleri kırıldı; bir dizi ameliyat geçirdi. Felç kalma ihtimali var.

Fatma’ya bu sonu hazırlayan sadece kocası mı?

Maalesef işin içinde yine görevini yapmayan devlet kurumları var.
Fatma Şen, evliliği süresince gördüğü şiddete artık dur demek için karakola başvurmuş, mahkemeden koruma kararı almıştı. Ancak mahkemenin verdiği koruma kararının, Esentepe Karakolu’nda hükmü geçmedi. Karakolda görevli polislerden biri Fatma’yı bu koruma kararından zorla feragat ettirdi.

Savcı, Fatma’nın hastanede bilinci tam yerinde değilken verdiği ifadesine dayanarak, davayı intihara teşvikten açtı. Oysa dosyada Çetin Şen’in kurduğu darağacını, birbirine bağlanmış ve kopmuş fuları, bıçağı, itişme izlerini yani Çetin Şen’in Fatma’yı öldürmeye teşebbüs ettiğini gösteren olay yeri krokisi de vardı. Savcının davayı intihara teşvikten açması, cinayete intihar süsü vermeye çalışan Çetin Şen’i eminiz çok rahatlatmıştır.

Bütün sorunları çözecekmiş gibi lanse edilen ancak yürürlüğe girdiğinin 4. ayında ardarda ihlal edildiği ortaya çıkan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, Mahmure Karakule, Ferdane Çöl, Sevda Karatekin’i ve basına yansımadığı için adını bilmediğimiz kadınları korumaya yetmiyor. Polis kadını korumuyor, erkeği engellemiyor; savcı soruşturmuyor; hakim salıveriyor.

Bu yasayı uygulamakla ve uygulatmakla yükümlü hükümete, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına soruyoruz: Kadınları böyle mi koruyacaksınız? Yasanın verdiği görevleri yerine getirmeyen kamu görevlileri hakkında ne yapmayı düşünüyorsunuz? Kadın katili erkekleri korumak, cezasız bırakmak, az ceza almalarını sağlamak için birbiriyle yarışan kamu görevlileri hakkında ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Bakanınız, polisiniz, savcınız erkek adaletsizliğine çanak tutsa da, biz kadınlar, bu erkek dayanışmasını teşhir etmeye devam edeceğiz. Kadın katliamları son bulana kadar, katil erkekleri durdurana kadar, gerçek adaleti sağlamak için mücadelemizi sürdüreceğiz!

İstanbul Feminist Kolektif/1 Ağustos 2012

Çare“siz” Değilsiniz, Çare “Biz” Olmakta

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Şiddet Gören Kadınlara Mektup;  

Çaresizlik, kadınların erkek şiddeti karşısında verdikleri tepkiler arasında sık sözü edilen bir durum. Yazı için klişe bir başlık seçilmesi tesadüf değil. 

Çünkü siyasetçiler, toplum ve medya aracılığıyla zihinlerimize kazınan, gündelik dilin içine sokulan her klişe, içinde barındırdığı söylem ile bizim algılama ve düşünüş biçimimizi etkiliyor.

Ve dil aracılığıyla oluşturduğumuz zihinsel temsillerimiz, bizim dünyayla kuracağımız ilişkiyi belirliyor.

 Dolayısıyla dil çoğu zaman ideolojik bir araç. Çare “siz”siniz klişesi de, ideolojiden bağımsız masum bir öneri değil.

Çaresizlik, medikalize edilen, bireyselleştirilen, bağlamından koparılarak psikiyatrik hastalık olarak işaret edilen pek çok deneyim gibi, kökü bireyde bir semptom, öznel bir algı olarak görülüyor çoğu zaman. Böyle bir tarifle, “çare sizsiniz” ve benzeri klişelerle, çözümün kişisel olanda, zihinde aranması gerektiği söyleniyor. Sistemin bizi çok çalıştırmak, rekabeti ve bireysel kurtuluşu amaç edinmemiz için zihnimize kazıdığı “çok çalışan başarır” miti gibi, çaresizlik duygumuzla bireysel bir mücadele vermemiz gerektiğini ima ediyor. Psikolojik bir semptom ise çaresizlik, antidepresan ilaçlarla geçirilebilir veya psikoterapi odalarında çözülebilir mi?

Çaresizlik en temel anlamıyla kontrolümüz olmadığı, bir şeyleri değiştiremeyeceğimiz duygusu. Peki nasıl oluyor da biz kontrolümüz olmadığı duygusuna kapılıyoruz? Bu bir algı mı, yoksa kontrolümüz olmadığı gerçeğinin farkındalığı mı? Gerçekten kontrolümüz var mı?

Şiddet ve militarizmin hüküm sürdüğü, baskı ve tehdidin özgürlükleri tahakküm altına aldığı, hukukun adalete değil iktidarlara hizmet ettiği bir ülkede kendimizi güvende hissetmek gerçekçi mi? Yoksulluk ve işsizlik dizboyuyken, özellikle çoğu zaman güvencesiz ve esnek işlere mahkum edilen kadınların iş yaşamında daha da dezavantajlı olduğunu bilirken, ekonomik endişeleri bir kenara koyup ilişki ile ilgili özgürce karar alabilmek mümkün mü? Karakola defalarca başvuran kadınların öldürüldüğü, şiddetin tanığı olan komşuların sessiz kaldığı ve suça göz yumduğu bir ülkede can güvenliğimiz var mı? Toplum dört koldan bizi eve kapatmaya, annelik ve ev kadınlığına hapsetmeye çalışırken, hekimler ve ruh sağlığı “uzmanları”, çocuk sağlığını koruma ve geliştirme işlevini sadece anneye havale ederken, dışarıya korkmadan ve suçluluk hissetmeden çıkabilmek kolay mı? Kontrol bizde mi?

Çaresizlik, birçok temel duyguyu içinde barındıran bir içsel deneyim. Veya daha doğru bir ifadeyle, tüm bu duyguların bir sonucu kendimizi içinde bulduğumuz bir durum. İçinde o güne kadar verdiğimiz kayıpların özlemi, üzüntüsü, utancı, suçluluğu ve öfkesi var. O güne kadar verdiğimiz kayıplar öyle çok ki. Bazen bizim yaşamımızın biraz ötesindeki o tanışmadığımız, sadece gazetelerde televizyonlarda suretlerini gördüğümüz o kadınların, bazen bizim yaşamımızın hemen yanı başındaki kadınların, komşularımızın, kuzenlerimizin, bazen yaşamımızın tam ortasındaki kadınların, annelerimizin ablalarımızın, bazen de bizzat kendi yaşamlarımızın yasını tutuyoruz. Yasını tuttuğumuz şey sadece ölüm değil. Gazetelerin sayfalarında canlı, cansız bedenlerimizin fütursuzca sergilenerek değersizleştirilmesinin, elimizden alınan mahremiyetimizin yası. Şiddetle, tehditle, baskıyla eve ve aileye hapsedilen bedenlerimizin alamadığı hazların, ruhlarımızın tadamadığı duyguların yası. Elimizden alınan öğrenme, gelişme, üretme, yaratma haklarımızın yası…Kadınların şiddet görmesine, öldürülmesine tanıklık etmenin utancı ve suçluluğunu hissediyoruz. “İnsan” diye tanımladığımız varlığın vahşi eylemlerine inanamıyoruz, “yok canım öyle değildir, insan bunu yapmaz, münferittir, hastadır” deyip inkar ediyoruz. Şok oluyoruz hakimlerin “haksız tahrik” kararlarını duyduğumuzda, kulaklarımıza inanamıyoruz polis şiddet gösteren kocaların kibarca kulağını çekip salıverdiğinde. Korkuyoruz, can güvenliğimizi kime emanet edeceğimizi bilemiyoruz. Öfkeleniyoruz, bazen o kadar öfkeleniyoruz ki, öfke duygusuyla ne yapacağımızı bilemeyecek kadar öfkeleniyoruz. Sorumlular o kadar çok ki, öfkemizi kime, hangi birine yönlendireceğimizin kararını verememekten bakakalıyoruz. İşte bu acı, suçluluk, öfke, korku birikiyor, “çaresizlik” oluyor, mıhlıyor bizi yerimize. Bu duygular öyle yoruyor ki bizi, kıpırdayacak halimiz kalmıyor bazen. Geçmişin yasını tutmaktan geleceğe yürüyemez oluyoruz. Korku birikiyor, adım atmaya cesaret edemiyoruz. Topluma ve o toplumun kurumlarına güvenmiyor, bir şeylerin değişebileceğine inanamıyor, değiştirecek güce sahip olmadığımızı düşünüyor, var olan duruma katlanmaya çalışıyoruz.

Çalışıyoruz ama katlanmak mümkün mü gerçekten? Katlandığımızı zannediyoruz sadece, aslında katlanabiliyor, tolere edebiliyor falan değiliz, çıkıyor bir yerden o acılar, yer değiştiriyor öfkeler. Ya kendimize yöneltiyoruz öfkeyi, ya çocuğumuza, veya bedenimizde bir hastalığa dönüşüyor, gösteriyor yine kendini. Ya da yasımız gün geçtikçe, sustukça katlanarak daha da büyüyor, biz aslında katlanamadığımızın farkına varana dek bir gün.

Deneyim içsel, yani çaresizlik bedenimize, zihnimize, ruhumuza içkin. Bizi bu deneyime götüren süreçler ise dışsal, bizim dışımızda. Ve bizi bu ketleyici deneyimden çıkararak derdimize derman olabilecek süreçlerin büyük bir kısmı da bizim dışımızda. BİZ olmakta…Evet yalnızken gücümüz çok sınırlı, hatta bazen gücümüz yok. Kocaman bir dünyada küçücük hissediyoruz. Ulaşmaya çalışacağımız yer yüksek bir tepe gibi görünüyor bize. Bulunduğumuz yerden daha da yüksek görünüyor. Durduğumuz o yerden zirveye bakıyor, o kadar yolu nasıl çıkacağımızı düşünerek, “enerjim yok”, veya “zaten ulaşamam” veya “yolda ayağım takılır düşerim” diyerek vazgeçiyoruz. Yere eğiyoruz gözlerimizi. Aslında zirve falan yok, bir sürü farklı yolculuk var bizi bekleyen, bizi büyütecek, her seferinde yere daha sağlam basacağımız yeni yeni yolculuklar. Üstelik yalnız olmayacağız ki. Bize eşlik edecek bir sürü kadın var yolda. Yola çıkmış başka kadınlarla buluşacağız hemen yanı başımızda. Kadın örgütleri, sığınaklar, avukatlar, psikoterapistler, kızkardeşler, dostlar hep yanımızda olacak. Karşılaşılacak engellerle de yalnız değil, birlikte mücadele edeceğiz, dayanışmayla.

Bize yüksek bir zirve gibi görünen o yere bakmayı bırakın, gözlerinizi yerden kaldırın, yanıbaşınızdaki o kadınları fark edin, küçük bir adım atın. Sonra bir adım daha, bir adım daha, bir adım daha…

Evet çok emek vereceğiz, yorulacağız, bazen bir adım ileri iki adım geri düşeceğiz. Öyle hemencecik de olmayacak. Zaman gerekecek, bir zanaatkar gibi ince ince işleyeceğiz. Deneye yanıla, düşe kalka yürüyeceğiz. Ama nihayetinde bir zanaatkarın ürünü gibi, biricik, çok değerli, baktığımızda bizi gülümseten, mücadele etmeye değer bir yaşam olacak ulaştığımız o yer.

Pınar Önen

Karakollar Kadın Katillerini Engellemiyor/İstanbul Feminist Kolektif

mahmureİstanbul Feminist Kolektif Basın Açıklaması 21 Temmuz 2012 – Fatih Şehit Tevfik Fikret Karakolu

Cinayet sürecine  tanık olmayalım engel olalım.

Karakollar kadın katillerini engellemiyor.

 Kadınlar öldürülmeye devam ediyor. Boşanmak istemesi ya da evi terk etmesi , yemek yapmaması ya da hep aynı yemeği yapması, hiç konuşmaması ya da çok konuşması, sağa bakması, sola bakması… kadınların öldürülmeleri için kadın olmaları yetiyor.

Kadınlar artık kendilerine karşı yürütülen bu savaşın farkındalar. Her gün 5 kadın öldürülüyor, yüzlerce kadın sakat kalıyor, yaralanıyor, yüzbinlerce kadın şiddet görüyor.

Kadınlar artık güle oynaya evlendikleri, sevdikleri adamların şiddetlerini kader kabul etmiyorlar. Karşı koyuyorlar, çevrelerine duyuruyorlar, polise şikayet ediyorlar. Boşanıyorlar ve yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Her gün onlarca kadın şiddet sarmalından kurtulmak için adım atıyor. Atmaya devam edecek.

Ancak yine de her gün aramızdan birileri  canlarını yitiriyorlar. Yanı başımızdaki kadınlar kayıp gidiyorlar.

İstanbul’da da  geçen hafta aynı gün içinde 2 kadin cinayeti birden işlendi. Mahmure Karakule Fatih’te, Zahide Feyzioğlu ise K. Çekmece’de öldürüldüler. İki kadin da şiddet görüyorlardi. Mahallenin, karakolun, konu komşunun, polisin bundan haberi vardı. Ancak şiddetin bilinir olması canlarını kurtarmadı. Cinayet sürecine tanık olmaktan başka.

İstanbul Küçükçekmece’de, 4 çocuk annesi eşi Zahide Feyzioğlu eşi Çetin Fevzioğlu’ndan  bir hafta içinde iki kez dayak yedi. Eşinden korkan kadın  kaymakamlığa başvurup koruma aldı. Arkadaşının evinde kalan genç kadın tahminen çocuklarını görmek için gündüz saatlerinde kendi evine döndü. Ancak kapıyı açtığında karşısında eşini buldu. Çetin Feyzioğlu mutfaktan aldığı bıçakla Zahide’yi öldürdü.

İstanbul  Balat’ta 19 yaşındaki Mahmure Karakule kocası Zülfikar Bakır tarafından iki çocuğunun gözleri önünde 47 bıçak darbesiyle öldürüldü. Mahmure Bakır’ın akrabaları, kocasının kendisini öldüreceğini söyleyerek defalarca Fatih Polis Karakolu’na giden genç kadının kaale alınmadığını söylüyorlar. Son gidişinde polis memurları tarafından azarlanarak “ağza alınmayacak laflar” işittiği de söyleniyor. İddialara göre genç kadın, cinayet günü akşam saatlerinde hem hastaneye hem de karakola telefon ederek eşinin iyi durumda olmadığını, evden götürülmesini istemiş. Ambulans gelmiş, polis gelmemiş. Karakoldan gelen olmayınca da ambulanstaki yetkililer yardım edememişler.

Tıpkı Mahmure ve Zahide’ninkinde olduğu gibi artık kadın cinayetleri haberlerinin ayrılmaz bir parçası kadınların şiddetten korunmadığı..
‘savcılığın verdigi şiddetten koruma kararına rağmen’,
‘Şiddet gördüğü icin karakola başvurusu olmasına rağmen’, ‘sığınmaevinde kalıp bilinmeyen gerekçeyle (!) eve döndükten sonra’, ‘katil kocanın daha önce şiddet gösterdiği için uzaklaştırma kararı almasına rağmen’…. cümleleleri haberlerden eksik olmuyor.

Bakan Fatma Şahin tarafindan yaldızlı pakette sunulan yeni siddet yasasısının da kadınların can güvenliklerini korumaya katkısı olamadı. Kadınlar karakollara başvurdukları halde öldürülüyor.

Bugün buradayız!  Mahmure’nin katili Zülfikar Bakır’ı engellemeyen, gelen ihbar telefonlarını ciddiyetle değerlendirmeyen Fatih Şehit Tevfik Fikret Polis Merkezi önündeyiz!
Ve diyoruz ki mahmure’nin katledilmesinden siz de sorumlusunuz. Bu vesileyle tüm yetkililere tekrar seseleniyoruz. 14 yaşında çocuk gelin olan, sürekli şiddete maruz kalan Mahmure’nin ölümünden siz sorumlusunuz.

Kadınlara aile propagandası yapmak, anneliği dayatmak, kürtaj yaptırmalarını  engellemek, evliliğe teşvik ederek,  evlilik ve ailenin  kadınlar için ölüm, şiddet, baskı ve eşitsizlik yuvası olduğunun üstünü örtemezsiniz.

Herkese, öncelikle bütün kadınlara  sesleniyoruz. Çevrenizde, mahallenizde bir şiddet tanıklığı yaparsanız,  bu konuda bir şey yapmak için çabalayın. Unutmayın ki yanıbaşımızdaki birini kaybetmenin ağırlığı ömür boyu üzerimizde kalacak. Her gün şiddet yuvası aileden kurtulup hayatlarını kuran kadınlara bir yenisinin daha eklenmesi için dayanışmak ve karakolların ve devletin sorumsuzluklarını takip etmek için gücümüz birlikteliğimizde.

Şiddet Yasası Kimin İçin?

8-mart-2012-262Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun

Yaklaşık bir yıl süren çalışmalar sonucunda Türkiye’nin yeni bir şiddetle mücadele yasası oldu. Farklı platformlarda yer alan kadın örgütleri yasa taslağı tartışmalarına kendi çaba ve ısrarlarıyla dahil oldular.

Devamını Oku…

Hangi Polis Kadını Şiddetten Koruyacak?

 img_5866Deniz Bayram

6284 Sayılı Yasa, 8 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe girdi. Yasanın yapım sürecinde,  Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kadın örgütlerini birçok kez toplantıya çağırdı ve görüş aldı. Bu süreç içerisinde bütün emeklerini bu yasa taslağına veren kadın örgütleri zaman zaman atıl kalan taleplerinin arkasında sonuna kadar durdu. Kadın örgütleri süreç içinde hem alan çalışmasının deneyimini hem de kadına yönelik şiddet ile mücadelenin esasen nasıl politik bir mücadele olduğunu kadın erkek eşitsizliklerinin yeniden üretilmesinin şiddetin arkasında en önemli dinamik olarak karşımıza çıktığını, kadın erkek eşitliğine inanmıyorum diyen bir Başabakan’a ragmen her toplantıda ifade etti.

Sonuç itibariyle  yasa çıktı ama  genel kurulda halihazırda da eksik olan taslağa müdahaleler devam etti ve bugün yasanın eksiklikler ve yapılan müdahaleleri ile uygulamayı geriye götüren bir yasa yürürlükte ve şiddete karşı etkili olmuyor.

Şiddet halinde polise başvurulduğunda polisin, `aile mahkemesi tarafından alınmış bir tedbir kararı olmadan harekete geçemiyor olması yani yetksinin bulunmaması, şiddete müdahale bakımından onemli bir mesele idi. Mevcut yürürlükteki yasanın stratejik noktalarından biri, kadına yönelik şiddetle mücadelede polisin rolü oldu. Yeni yasa polisi sadece görevlendirmekle kalmıyor aynı zamanda “yetkilendiriyor“. 6284 Sayılı Yasa`nın 4. ve 5. maddelerinin son fıkraları uyarinca polis, şiddete maruz kalan ve-veya şiddet tehlikesi altına olan kadın ve varsa beraberindeki çocuklara şiddet uygulanmaması, şiddet uygulayanın yaklaştırılmaması tedbir kararını doğrudan alır. Görülmektedir ki, polisin hakim ve-veya mülki amir tarafından verilmiş “bir tedbir kararı olmasa dahi doğrudan müdahale yetkisi“ mevcuttur. Şiddete maruz kalan veya şiddet görme tehlikesi altında olan kadın ve beraberindeki çocukların kalacak yerleri yoksa, polis hangi gün ve saat olursa olsun, kadın ve beraberindeki çocukları, güvenli, uygun bir sığınağa yerleştirme görevi ve yetkisine sahiptir. Polisin doğrudan aldığı bu yetki, şiddet uygulayanın veya şiddet uygulama tehdidinde bulunan kişinin, kadın ve çocuklardan uzaklaştırılması, hakaret ve sözlü şiddet uygulamamasını, hayatı riskinin olduğu durumlarda geçici koruma tahsis edilmesini gerektirmektedir.

Polisin; `kocandır sever de döver de`, `evine don hiçbirşey yapamayız`, `sen kocana nasıl bir iftira attığının farkında mısın“ ve şiddete maruz kalmış kadının cesaretini kıran daha pek çok söz ve davranışla (örneğin, ifade tutanağı düzenlememe, harekete geçmek için isteksiz davranma, şiddete maruz kalan kadını saatlerce karakolda bekletme gibi) kadının şikayetinden vazgeçmesini, şikayette bulunmamasını ve nihayetinde şiddet ortamına geri dönmesine neden olmaktadır. Gerek Mor Çatı`ya başvuran pek çok kadının deneyimleri, gerekse de basına yansıyan pek çok haberde polisin “görevi ihmal suçunun“ artık ortak bir deneyim haline geldiğini gördük.

Alanda polisin yetkisinin olmaması, şiddet anında şiddet uygulayana müdahale etmek ve şiddete maruz kalan kadının can güvenliğini sağlamak bakımından pek çok sıkıntı ortaya çıkarıyordu. Çünkü kadınlar sadece mesai saatleri içinde şiddet görmüyorlar, gecenin bir vakti ya da sabaha karşı, fiziksel, sözlü, psikolojik, cinsel şiddete maruz kalabiliyorlar. Bu zamanlarda, kadınların ilk başvurdukalri yer karakollar oluyor. İşte bu nedenlerden dolayı 6284 Sayılı Yasa bakımından, polisin görevlendirilmesinin yanı sıra “yetkilendirilmesi“ bu yasanın önemli kararlarından biriydi.

Ne var ki, çoğu kez kadınların şiddet durumunda her ne kadar başvuracakalri ilk yer olsa da, karakollarda maruz kaldıkları davranışlar nedeni ile polis ile yüz yüze gelmek istemiyor.  Alanda çalışan kadınlar olarak bizim deneyimlerimiz gösteriyor ki, polis, erkek egemen bir toplumun parçası olarak `şiddetin varlığına inanmıyor, şiddetin varlığına inansa da bunu normal, aile meselesi, kadının hatası olarak görüyor, uzalaştırma ve arabuluculuk yapıyor ve görevini yerine getirmiyor`. Bu nedenle, artık görevi olduğu gibi yetkisi de olan polisin kadın erkek eşitliği, kadına yönelik şiddetin özel dinamikleri , gerek iç hukuk yoları gerekse de uluslararası belgeler konusunda eğitim alması çok önemli. Sadece polisin değil, kadının şiddet nedeniyle başvurduğu her kamusal makamda onunla iletişim halinde olacak herkesin bu eğitimden geçmesi çok önemli. Ancak, prosedür gereği verilen bir eğitim ve denetleme – kontrol mekanizması olmadan polisin yetki verilmesi ancak ve ancak o yetkinin keyfi kullanımasına neden oluyor.

Polis Ne Yapıyor?

Kadına yönelik şiddet konusunda “prosedür gereği“ eğitim almış olması, şiddet birimlerinin kurulmuş olması, erkek egemen ilkeler asılmadığı sürece, kadına yönelik şiddetin arkasındaki toplumsal meşruiyeti kırmaya yeterli olmuyor.

Yeni yasanın uygulmasında, polis şiddet nedeni ile başvuran kadınlara bir form dolduruyor. Bu form kadının şiddete uğrayıp uğramadığı, hangi şiddet türlerini yaşayıp yaşamadığına ilişkin çeşitli soruların yer aldığı bir form. Mülki amir tarafından tedbir kararı alınması durumunda ilgili emniyet birimleri tarafından kadına yakın koruma tahsis edilmesi sağlanıyor. Ne var ki, yasa çıkmadan önce de polisin her zaman kadının can güvenliğini korumak görevi vardı. Sorunsal, burada polisin görevini yapıp yapmayacağı, görevini yerine getirip getirmediğinin sıkı bir denetim altına alınıp alınmayacağı, görevini yerine getirmeyen polisin görevini ihmalden oturu sıkı koşullar altında soruşturularak gerekli sürecin işletilip iletilmeyeceği meselesi.

Yasanın bu eksikleri daha doğrusu “devletin bu eksikliklere göz yumması“ nedeni ile hala etkin bir korumadan bahsetmek mümkün değil. Sığınak bilgisinin verilmesi, kendisini ve beraberindeki çocukları güvenli bir yere götürülmesi, şiddet uygulayanının uzaklaştırılması gibi akut ve büyük öneme sahip tedbirler halen ivedilikle alınmıyor. Tahsis edilen yakın koruma olan polisler görevini gereği gibi yerine getirmiyor. Özellikle çok sık olarak yakın koruma tahsis edilen kadınlar, yakın korumaların bu durumdan sürekli söylendikleri, şikayet ettikleri, durumdan ne kadar memnuniyetsiz olduklarına gösteren hal ve tavırlara girildiği, ifade ediyorlar.

Toplumsal meşruiyet zemini üstünde, polisin özen yükümlülüğü yeni yasanın uygulaması çerçevesinde oturtulmamıştır. Herşeyden önce, polis halen kendisine şiddet nedeni ile başvuran kadını geri göndermek, şikayetini almamak, karakolda saatlerce bekletmek, kendi istediği gibi kadının beyanlarının aksine dilediği gibi tutanak tutmak ve beyanları saptırmak, ifadeyi değiştirmek, kadını geri göndermek ve hatta azarlamaya kendini muktedir görmektedir. Çünkü erkektir, çünkü eril devletin memurudur.

Yeni Polis Akademisi Başkanı ve Polisin Perspektifi

Şiddete karşı mücadele alanın polise karşı verilen bu ayrıca mücadelenin tam da ortasında, her gün kadın cinayetleri haberleri gelirken, Polis Akademisi Başkanlığı`na Prof.Dr. Remzi Fındıklı atandı.

Remzi Fındıklı`nın neler yapacağını görmeye gerek kalmadan, kendisinin yazdığı kitabında, kadina karsi cinsiyetci yaklasimini gorduk; halihazırda da Polis Akdemisi Başkanı Remzi Fındıklı kitabında,

“bal arıdan kavga karıdan olur“

“kadının cihadı eşiyle güzel geçinmesidir“

“15inde kız ya erde ya yerde olmalıdır“

“erkeğin göbeklisi, kadının bebeklisi makbuldür“ diyor.

İstanbul Sözleşmesi`nin ilk imzacısı ve tarafı olan devlet olmakla övünen (!), kadına yönelik şiddet konusunda ulusal eylem planı hazırlamış olan, 6284 Sayılı yasanın yürürlükte olduğu fakat polisin persepektifinin, Polis Akademisi Başkanı Remzi Fındıklı`nın sözleri ile husule geldiği Türkiye`de geçtiğimiz yakın zamanda kadınlar polisin görevini ihmali nedeni ile öldürüldü, şiddete maruz kaldı.

Polis memuru Gülşah Karakafa, polis olan kocası Ümit Karakafa tarafından öldürüldü. İki gün önce koruma istemişti, yakın koruma bazı bürokratik işlemler nedeni ile ivedilikle tahsis edilmemiş kendisine koruma verilmemişti.

Mahmure Karakule, defalarca Şehit Tevfik Fikret Karakolu`na gitti ve kendisine şiddet uygulayan ve tehdit eden kocasını şikayet etti. Karakol polisleri kendisini azarlayarak karakoldan dışarı çıkarırken, “sen yalan söylüyorsun senin koçan iyi bir adam“ dediler. İstanbul Feminist Kolektif, Fatih Karakolu önünde Mahmure Karakule`yi korumadıkları için eylem yaptıklarında, polis memurlarından biri, “ben kaç defa gelen kadınlara cebimden para çıkartıp verdim` dedi. Sanki devletin polisi değildi, sanki kadının hayatını korumakla görevlendirilmiş ve yetkilendirilmiş kişi değildi.

Cumhuriyet Savcılığına ve polise defalarca dilekçe verilmesine rağmen, Demet Üçler, Kayseri`de boşanma davasının duruşmasından bir gece önce kocası tarafından bıçaklanarak öldürüldü.

Fatma Sen, kocasının kendisini öldürmeye teşebbüsü nedeni ile hastanelik oldu. Koruma kararı olan Fatma Sen, karakola gittiğinde, bir polis memurunun, “senin artık koruma kararın sona ermiş, evine git, koruma kararı talebinden de feragat etmek zorundasın“ dedi, hastanede ifadesini alan bir başka polis memuru ise, Fatma`nın ifadesini değiştirdi. Polis memurları hakkında suç duyurusunda bulunuldu.

Şiddetin Normelleştirilme Süreci

iddetin-normalletirilme-sreciSakine Günel

Kadınlar kocalarından sistematik ve sü­rekli şiddet görmelerine karşın, çocukların olması, geçinebilecekleri bir gelirden yok­sun olmaları, aile baskısı vb. bir çok sebeple evliliklerini sürdürmek zorunda kalıyorlar. Bazen bir kadının hikayesine bakıp, bu se­beplere rağmen sürdürülecek bir hayat değil, diye düşünebilirsiniz. Uzun yıllar dayakla, baskıyla süren evlilik hikayesini dinlerken “bunca yıl nasıl dayanmış” gibi bir soruyu sormaktan kendinizi alamayıp, bir erkeğin şiddetle birlikte kadını evlilik içinde tutabil­mesine öfkelenirsiniz. Nasıl olur da erkek kadına şiddet uygularken bile kendi deneti­minde tutabilir?

Devamını Oku…

İktidarın Mahremiyeti – İstanbul’da Hayat Kadınları Seks İşçiliği ve Şiddet –

iktidarin-mahremiyetiDeniz Ulusoy

Aslı Zengin, Metis Yayınları’ndan çıkan “İktidarın Mahremiyeti” adlı ça­lışmasında, devletin kayıtlı ve kayıt dışı çalışan seks işçileriyle kurduğu ilişkileri konu edinerek, ‘devletin cinsel kıyıları’ olarak adlandırabileceğimiz eril siyasetin kurucu pratiklerini ve anlayışını deşifre ediyor. Seks işçilerini kayıtlı ve kayıt dışı genel kadın kategorilerine ayırıp tanımlayan yasa, aynı zamanda bu kategorileri ve bu kategorilere yerleştirdiği hayatların de­netimini belirli şekillerde kuruyor ve elin­de tutuyor. Bu denetimin kendisi aslında devlet iktidarının mahremiyet/yakınlık ile kurmuş olduğu derin ittifakı gözler önüne seriyor.Devamını Oku…

Şiddete Son Platformu’ndan TBMM Üyelerine Mektup/7 Mart 2012

Şiddete Son Kadın Platformu’nu oluşturan 237 kadın örgütü ve Platform’un taleplerini destekleyen tüm diğer kadın platformları ve kadınlar olarak bir kez daha belirtmeliyiz ki, aylardır tartışılan şiddet yasa taslağının, Bakanlıkta, Başbakanlıkta ya da TBMM’de bir odadan diğerine giderken bile uğradığı aleyhte değişikliklerden son derece rahatsızız.

Devamını Oku…

Şiddete Son Platformu Basın Açıklaması/3 Mart 2012

Şiddete Son Platformu, 03 Mart 2012 tarihinde 14 ilde eş zamanlı düzenlediği basın açıklamasıyla, “Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Tasarısı”na ilişkin ilişkin tepki ve taleplerini dile getirdi:

Bilindiği gibi, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bir süredir her platformda şiddet yasa tasarısının tanıtımını yapmaktadır. Hükümetin aceleyle kanunlaştırmaya çalıştığı bu yasa tasarısı şiddet mağduru kadınların ihtiyaçlarını karşılamaktan, kadına yönelik şiddeti önlemekten ve ortadan kaldırmaktan çok uzaktır. Yıllardır kadına yönelik erkek şiddetiyle mücadele eden kadın örgütlerinin bu haliyle bu tasarıyı sahiplenmelerinin, desteklemelerinin ve kabul etmelerinin mümkün olmadığı ortadadır.

Hükümet, Avrupa Konseyi’nin kadına yönelik şiddet konulu İstanbul Sözleşmesi’nin ilk imzacıları arasındaolmasıyla sürekli övünmekle birlikte, gerek Bakanlık gerek diğer Hükümet yetkilileri tarafından kamuoyuna açıklanan pek çok konu tasarı metninde yer almamaktadır. Hükümet kadınlara yönelik şiddetle mücadeleye dair verdiği sözleri tutmamaktadır.

Bakanlık, tasarının hazırlığı ile ilgili yaklaşık bir yıldır çalışmaktadır. Kadın örgütleri, bu süreç boyunca Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile çok sayıda toplantı gerçekleştirmiş, görüşülebilecek tüm kurumlarla yasa tasarısı müzakere edilmiş, kadınların talepleri defalarca yazılı ve sözlü şekilde ilgili kurum ve kişilere iletilmiş, kadın örgütlerince bir yasa taslağı metni kaleme alınmakla yetinilmemiş Bakanlığın metnine ilişkin de çok sayıda eleştiri ve öneri sunulmuştur. Kadın örgütleri tüm iletişim yollarını zorlayarak sürece müdahil olmayı talep etmelerine rağmen Bakanlık bu konuda çok geç harekete geçmiş ayrıca kadın örgütleri tarafından tasarıya eklenen düzenlemelerin Bakanlar Kurulu’nda imza aşamasında değiştirilmesini veya tasarıdan çıkartılmasını engelleyememiştir. Süreç,

Hükümet tarafından açık ve samimi şekilde yürütülmemiştir. Bugün gelinen noktada Hükümet tarafından yasalaşması için TBMM’ye gönderilen metin kadın örgütlerinin taleplerini karşılamamaktadır.

Tasarı ile 4320 sayılı kanun’un kazanımları geri alınıyor

Hükümetin yasalaşması için Meclis’e gönderdiği tasarı metni ile Bakanlığın Bakanlar Kurulu’na imza için gönderildiğini açıkladığı metin arasında çok ciddi farklar bulunmaktadır. Tasarının adı “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı” iken “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” olarak değiştirilmiş, bir kez daha kadınların hayatının korunması yerine ailenin korunması tercih edilmiştir. Hükümetin bakış açısını yansıtan bu tutum dışında da mevcut tasarıda ciddi pek çok sorun bulunmaktadır.

Tasarının temel ilkelere ilişkin maddesinden Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere yapılan atıf ve şiddet mağdurlarına ilişkin verilecek destek ve hizmetlerin sunumunda temel insan haklarına dayalı, toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı, sosyal devlet ilkesine uygun, adil, etkili ve süratli bir usul izleneceği ilkesi çıkarılmıştır. Ayrıca ev içi şiddet, kadına yönelik şiddet, toplumsal cinsiyet tanımları da tasarının dışında bırakılmıştır. Bu ilkelerden ödün verilerek, kadın erkek eşitliği ve fiili eşitlik kavramlarından korkularak kadına yönelik şiddetle mücadele edilmesi mümkün değildir.

Tasarının önceki halinde yer alan ve önemli bir kazanım gibi görünen Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri ise son düzenlemeyle ayrı bir hayal kırıklığına dönüşmüştür. Yasanın gereği gibi uygulanmasını sağlayacak en önemli mekanizma olan bu merkezlerin kadrosu 5557’den 362’ye indirilmiş, bu merkezlerde çalışacakların tercihen kadın olmasına ilişkin düzenleme tümden çıkarılmıştır. Kadına yönelik şiddetin bu denli yüksek oranlara ulaştığı ve günden güne arttığı bir ülkede 362 kadro ile kurulacak merkezlerin işlevsiz ve göstermelik kurumlar olacağı çok açıktır.

Meclis’e sunulan tasarıda, şu an yürürlükte olan 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’un kazanımları geri alınmakta ve 4320 sayılı Kanun’un çok daha gerisinde düzenlemelere yer verilmektedir. 4320 sayılı Kanun’da ve tasarının önceki halinde yer alan şiddet gören dışında çevresindeki kişilerin de şikâyetçi olabilmesini içeren “ihbar hakkı” son anda metinden çıkarılmıştır. Hâkimlerin dosya üzerinden ve şiddetin yazılı olarak belgelenmesini aramaksızın, dosyanın kaydedildiği gün tedbir kararı vereceği yönündeki düzenleme de tasarıdan çıkarılan düzenlemeler arasındadır. Bu düzenlemeler ile kadınlar yalnızlaştırılmakta, maruz kaldıkları şiddeti ispatlamaları istenmekte, hâkimlerin tedbir kararı verirken delil aramaları esas, aramamaları ise istisna haline getirilmektedir. Tüm bunlar, yasayı etkisizleştirecek müdahalelerin somut örnekleridir.

Prestij malzemesi olarak kullanılan bir yasa değil, gerçek bir yasa istiyoruz

Tasarı, 1 Mart sabahı alelacele Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’na (KEFEK) ve gene aynı gün içerisinde Adalet Komisyonu’na gönderildi. Komisyon toplantılarına katılan Bakan Fatma Şahin kadınlara Adalet Komisyonu’nun eski tasarıyı dikkate alacağı sözünü verdi. Ancak eski tasarı da daha önce defalarca belirttiğimiz gibi kadınların taleplerini yeterince dikkate almamaktaydı.

Kadın örgütlerinin yasaya ilişkin başlıca talepleri şunlardır:

– Kadına yönelik şiddetin insan haklarına aykırılık teşkil ettiğinin açıkça ifade edilmesi,
– Ayrımcılık yasağı, fiili eşitsizlikler gibi şiddetin arkasındaki dinamiklere dair düzenlemelere yer verilmesi,
– Temel ilkeler bölümünde uluslararası sözleşmelere ve özellikle İstanbul Sözleşmesi’ne atıf yapılaması,
– Cinsel yönelim ve cinsel kimliği ifadelerinin yasaya eklenmesi,
– Mağdur yakınlarının ve şiddete tanıklık edenlerin de koruma kapsamına alınması,
– Kadın örgütlerinin şiddet ile ilgili her türlü davada müdahilliklerinin kabul edilmesi,
– Sığınaklar ve cinsel şiddet kriz merkezlerine ilişkin düzenlemelere yer verilmesi,
– Tedbir kararlarının gerektiğinde süresiz verilebilmesi,
– Çocukların velayet hakkının koruma süresince, kadının talebi ile şiddet mağduru tarafından kullanılacağı, çocukların şiddet uygulayan ile kişisel ilişkisinin bu süre boyunca kaldırılacağı veya denetime tabi tutulacağı düzenlemesine yer verilmesi,
– Şiddet uygulayanların yanı sıra, şiddeti azmettirenlere ve yardım edenlere karşı da tedbir alınması ve bu kişilerin de tedbir kararına aykırılıktan ötürü cezalandırılması,
– Hâkim ve savcılar dâhil olmak üzere bu vakalarda görev alacak herkese yönelik kadının insan hakları, toplumsal cinsiyet, kadın erkek eşitliği konularını içeren eğitimler verilmesi,
– Şiddet ile ilgili yasal başvuru süreçlerinde taraflar arasında arabuluculuk ve uzlaşma girişiminde bulunulamayacağının düzenlenmesi,
– Şiddet mağdurlarının zararlarının tazmin edilmesi,
– Hakkında koruyucu tedbir kararı verilen şiddet mağduru kişilerin sosyal güvencesinin şiddet uygulayan kişiye dayandığı hallerde, gizliliği ihlal etmemek için tedbir süresi boyunca mağdur lehine ücretsiz sağlık tedbirine karar verilmesi,
– Yasanın uygulamasını etkili şekilde izleyecek ve denetleyecek Şiddet Önleme ve İzleme Merkezlerinin kurulması.

Bizler, Hükümet tarafından prestij malzemesi olarak kullanılan bir yasa değil ihtiyacı karşılayan, etkili ve gerçek bir yasa istiyoruz. Adalet Komisyonundan kadın örgütlerinin tüm taleplerini karşılayan bir metnin çıkması için kadın örgütleri olarak mücadele etmeye devam edeceğimizi bir kez daha duyuruyor, Hükümeti kadınları gözardı eden tutumunu ısrarla sürdürmekten vazgeçmeye ve kadın örgütlerinin yasaya ilişkin taleplerini dikkate almaya davet ediyoruz.

Şiddet Yasa Taslağı ve Geldiğimiz Nokta

Deniz Bayram

Kanun hükmünde kararname ile kurulduğu günden bu yana kadınlar, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı`nın adında, `kadının` adının olmamasına dair eleştirileri ile protestolarına devam ederken, yeni bakanlık, şiddete karşı yeni bir yasa taslağını gündeme getirdi. Görüyoruz ki, uluslararası alanda kadına yönelik şiddetten dolayı mahkum edilmiş ilk ülke olarak tarihe geçilmesi ve kadın cinayetleri ile şiddete dair çetele tutulması karşısında, bakanlığın ilk adımı yeni bir şiddet yasası yapmak yönünde oldu.

Yürürlükte olan 4320 sayılı yasa, elbetteki pek çok eksiklikleri olan yetersiz bir yasaydı ve 1998 yılından bu yana adı da dahil olmak üzere, kadın hareketinin eleştirdiği bir yasa olmuştu. Kadınlar, bu yasal yetersizlik ve uygulamanın, kadının şiddetten korunması ve şiddetin ortadan kaldırılması anlayışından uzak olması nedeni ile kendilerini şiddete karşı işlevsiz bir süreç içerisinde buluyorlardı. Bu süreç, her gün beş kadının öldürüldüğü bir gerçekliği karşımıza çıkardı.

Bu doğrultuda, yeni yasa ile şiddete karşı nasıl bir mücadele verileceği, tam da İstanbul Sözleşmesi`nin İstanbul`da imzaya açılmasının akabinde başlaması ile en önemli gündemimiz haline geldi. 236 kadın örgütünün oluşturuduğu ‘’Şiddete Son Platformu’’ tarafından hazırlanan ve İstanbul Sözleşmesi ve diğer uluslararası sözleşmeler referans alınarak hazırlanan yasa taslağı, bu süreçte `kadın örgütlerinin yasa taslağı` olarak bakanlığa sunuldu.

Bakanlık tarafından hazırlanan ve yapılan çalışmalarda ve basında, yasada yer alması planlanan elektronik takip sistemi, şiddet uygulayan erkeklerin rehabilite edilmesi gibi pek çok konu haber edildi. Ancak sorulması gereken soru, şiddet, patriyarkadan, erkek egemen bir sistemden beslenirken, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve temelde bununla mücadele politikalarının yasaya ne denli yansıyacağı idi.

Şiddet Yasa Tasarısı `Amaç Ve Kapsamı`

Kadına yönelik şiddete karşı mücadele içerisinde dünya örneklerine baktığımızda, yasalar ya İspanya modelinde olduğu gibi bütün mevzuatı reforme eden, geniş kapsamlı ve `eşitlik` perspektifini yansıtan şiddet yasaları olarak ya da sadece ‘’uzaklaştırma-koruma kararı’’ yasaları olarak düzenleniyor. 4320 sayılı yasa, bu modellerden salt ‘’koruma kararına’’ ilişkin bir yasadır. Oysa ki, şiddet yasasında öncelikle, şiddetin özel dinamiklerinin göz önünde bulundurularak, eşitlik ekseninde düzenlemelerin yer alması asıldır. Bir şiddet yasası, işe bu nedenle fiili eşitsizlikleri, toplumsal cinsiyet rollerini tanımlamakla, amaç ve kapsamı ile temel ilkelerini bu doğrultuda hazırlamakla başlamalıdır.

Yeni yasanın tüm kadınları ve çocukları koruyan bir yasa olması kadınlar için çok önemliydi. Başbakanlık`a sunulması ile; ‘’yakın ilişki’’ ifadesinin çıkarılması sonrasında, kadın örgütleri olarak yaptığımız basın açıklamasında da ‘’canımız üzerinden pazarlık yapmayız’’ diyerek tüm kadınların yasa kapsamına alınmasından vazgeçmeyeceğimizi belirttik. Böylece, yasa taslağında, kadınların, çocukların , şiddet gören aile bireyleri ve tek taraflı ısrarlı takip mağdurları yasa kapsamına alındı. Tek taraflı ısrarlı takip mağdurlarının (stalking) yasa kapsamına alınması ile kadın ve erkek arasında hiçbir şekilde ilişki bulunmaması halinde de, ısrarlı takibe maruz kalan kadınların yasadan yararlanması mümkün oldu.

Yasanın amaç ve temel ilkeleri konusunda getirilen en önemli düzenleme, kanunun Türkiye`nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin de esas alınarak uygulanması hakkındaki hükmüdür. Zira, Anayasa 90. madde uyarınca temel hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda iç hukuk yasalarından da öncelikli uygulama alanına sahip olan uluslararası sözleşmelerin uygulamada neredeyse adının olmadığı bir gerçek. Böylece esasında zaten uygulanması gereken uluslararası sözleşmelere bu yasa lafzında düzenleme getirildi.

Yasa Tasarısının Öngördüğü Uygulama

Bakanlığın göreve geldiği tarihten bu yana, karşımıza pek çok taslak örneği geldi. Zaman zaman bütün bu örnekleri yeniden yorumlama ve üstüne yazıp çizmeyi bitiremeden yeni taslak metinleri karşımıza çıktı. Ancak, 10 Ocak 2012`de yayınlanan yeni taslak, bütünüyle bir sistem değişikliğini öngören farklı bir taslak olarak karşımıza çıktı. Bu taslağa göre, yargılama muhakemesi yapılması gereken ve ancak hakimin görevi olabilecek konuların, mülki amirlerin görev alanı olarak hazırlandığını gördük. Koruyucu ve önleyici tedbirlerden kadın açısından hayati önem taşıyan birçok hususun ve temel hak ve özgürlükler ile ilgili konuların yargı organlarının görev alanından çıkartılıp özellikle küçük yerlerde ‘’bağımsız olmayacağı’’ aşikar olan ve esasında siyasi otoriteler olan mülki amirlere verilmesi bu yasa kapsamında kabul edilemez bir olguydu. Bu konuya ilişkin olarak yaptığımız itirazlar öncelikli olarak dikkate alındı. Gelinen son noktada, taslakta, sadece kadının kolayca ulaşabilmesini sağlayan barınma yeri sağlanması, geçici yardım yapılması, acil durumlarda fiziki koruma sağlanması gibi kadını koruyucu ve yargılama muhakemesi gerektirmeyen hususların mülki amirler tarafından verilmesi, hakimlerin de diğer hususlarda ve esasta tüm konularda (mülki amirler tarafından verilen tedbirler hakkında da) karar alması düzenlendi. Bununla birlikte hakimlerin alacağı tedbirlerin sınırlı tutulması yerine uygun göreceği başkaca tedbirlere de hükmedebilmesi düzenlendi.

Şiddet halinde, özellikle akut durumlarda, şiddet uygulayanın derhal uzaklaştırılması ve kadının şiddet ortamından uzak kalmasının sağlanması konusunda kolluğun yetkilerinin arttırılması da yasaya girmiş oldu. Çünkü özellikle akut durumlarda, yetkili olmadığını ifade ederek herhangi bir işlemde bulunmayan kolluğun artık şiddet uygulayanı derhal uzaklaştırma, şiddetin önlenmesi ve şiddet uygulayan bireyin yaklaşmaması konusunda ilk aşamada yetkili olacak.

Bizler biliyoruz ki, hayati tehlikesi var olan öyle vakalar var ki, kadının içinde bulunduğu bu tehlikenin sonlandırılması için bazen, kimlik değiştirilmesi gibi gizlilik esasını alan tedbirlerin alınması zorunludur. Yasa taslağında da hayati tehlikenin mevcut olduğu şiddet olaylarında, Tanık Koruma Kanunu hükümleri uyarınca, kanunda belirtilen makamlar tarafından, kimlik ve ilgili olabilecek bilgi ve belgelerin değiştirilmesi mümkün olacak.

Tedbir Kararına Uyulmaması Halinde Ne Olacak?

Şiddetin cezasızlık hali, şiddetin meşru görüldüğünün bir göstergesidir. Temelde verdiğimiz mücadele konularından biri de bu cezasızlık haline ilişkindir. Şiddetin uygulanması halinde, kadının şiddet ortamından derhal uzaklaştırılması sağlansa da, şiddet uygulayanın tedbir kararına uymaması halinde, bir tokatla başlayıp kadın cinayetlerine giden bir süreç var önümüzde. Bu nedenle tedbir kararlarına uyulmamasının bir yaptırımı olmaması, beraberinde şiddetin tekrarını, sürekliliğini getirmektedir.

4320 sayılı yasada, tedbir kararına aykırılık halinde verilecek hapis cezasının neredeyse uygulanabilirliği söz konusu değildi. Ceza dosyalarının açılması; verilen cezaların ertelenmesi, hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kısa süreli seçenek yaptırımlar gibi fiili olarak uygulanmayan bir hal teşkil ediyordu. Yani ‘’teoride yer alan ceza’’ esasında ‘’fiili bir cezasızlık’’ haline dönüşüyordu.

Yeni yasa tasarısında kadınlar özellikle, bu işlevsiz cezai kuruma işlerlik kazandırmak istediler. Süreç içerisinde Bakanlık tarafından düzenlenen taslakta ‘’zorlama hapsi’’ kavramı yasaya girdi. Ne var ki, taslağın 10 Ocak 2012 tarihinde yayınlanan halinde, erkeğin taahhüt etmesi halinde zorlama hapsinin uygulanmayacağına ilişkin düzenleme, esastan itiraz ettiğimiz bir konuydu. Yasanın caydırıcılık mekanizmasının, şiddet uygulayan erkeğin taahhüdüne bağlı tutulması itirazlarımızın temel noktasını oluşturdu. Böylece, ‘’taahhüt’’ şartı taslaktan çıkartıldı. Halihazırdaki düzenlemeye göre, tedbir kararına uymayan kişilerin ‘’fiili başka bir suç teşkil etse bile’’, üç günden on güne kadar zorlama hapsine, tedbir kararına uymamanın tekrarı halinde ise altı ayı geçmemek üzere on beş günden otuz güne kadar zorlama hapsinin uygulanması söz konusu olacak.

Yasa tasarısı tedbir kararlarının süresi bakımından da yeni bir düzenleme getirdi. Kadınların, tehlike esasının gözetilerek tedbir kararlarının gerektiğinde süresiz verilebilmesi talebine yer verildi. Uygulamada karşılaşılan en önemli sorunlardan biri, tedbir kararı için başvurulan mahkemelerin verdikleri yetkisizlik kararları idi. Kadınlar, bu süreçte, adli prosedür içerisinde ikincil mağduriyetlerle karşı karşı kalıyor ve tedbir kararının alınması gecikiyordu. Tasarının getirdiği yeni düzenlemede özel bir yetki usulü getirildi ve tedbir kararlarının en kolay ulaşılabilecek, aile mahkemesi, mülki amir ve kolluk tarafından alınacağı konusunda mutabık kalındı.

Şiddet Yasasına İlişkin Süreç İle Birlikte Kadınların Mücadelesi Devam Ediyor

Yasa taslağında, olumlu olarak değerlendireceğimiz noktaların yanı sıra var olan eksiklikler konusunda kadınların mücadelesi önümüzdeki süreç içerisinde de devam ediyor.
Yasa taslağında, 7-24 çalışacak olan ve ‘’tek kapı’’ esasını benimseyen kadın merkezlerinin kurulmasını öngören düzenleme yeni bir yapılanma olarak karşımıza çıktı. Öngörülen bu merkezlerin yeni yapılar olarak karşımıza çıkması ve bu yeni yapılar üzerine çalışmaların devam ettiğini, yasada yer alan düzenlemenin geliştirilerek daha iyi bir şekilde formüle edilmesi gerektiğini vurgulamak gerekiyor. Çünkü, merkezlerin işlerliği, bu merkezlerde kadın örgütleri ile sağlanacak işbirliği, merkezlerin çalışma esaslarının kapsamlı düzenlenmesi konusunda kadın hareketinin talepleri devam ediyor.

Kadın örgütleri kadına yönelik şiddet davalarında ‘’taraftır’’ ve kadın örgütlerinin müdahilliğinin ve şiddet gören kadınlar ile yanyana olmamızın yasal olarak tanımlanması gerekmektedir. Şiddete ilişkin her türlü davada kadın örgütlerinin müdahilliğinin düzenlenmesi, sürecin en başından bu yana ısrarcı bir şekilde üzerinde durduğumuz bir konu oldu. Ne var ki, yasa taslağında bu husus ‘’davaya katılma’’ başlığı altında sadece bakanlığın müdahalesi, davaya katılması şeklinde düzenlendi.

Yasanın uygulayıcılarının, yasanın uygulanması bakımından şiddetin var olan meşruiyetinin elimine edilmesi için, kadının insan hakları, toplumsal cinsiyet, eşitlik konusunda eğitim almalarının uygulamada yaşanan sıkıntıları ortadan kaldırmak için önemli olduğunu defalarca dile getirdik. Bu eğitimler, basit bir şiddet eğitimi değil, gerçek anlamda, öğrenilmiş toplumsal cinsiyet rolleri, cinsiyet ayrımcılığı yasakları, kadının insan hakları ve eşitlik olgularına dayanmak zorundadır. Bu eğitimin, yasanın temel uygulayıcıları olarak karşımıza çıkan hakim ve savcılara verilmesinin de bu noktada önemi büyüktü. Her ne kadar mevcut yasada, kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki personel ve üyelerinin eğitimi düzenlenmiş olsa da hakim ve savcıların toplumsal cinsiyet eğitimi sürecine dahil edilmemeleri önemli bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor.

Son olarak, 15 Ocak`tan sonra yapılan çalışmaları da içeren yasa taslağının son hali, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü web sitesinde yayınlandı. Bundan sonraki süreçte, yasadaki olumlu noktalar nezdinde kazanımlarımızın kaybedilmemesi, eksikliklerin ise yeni formüller ile geliştirilmesi için mücadelemiz devam ediyor.

Kadına yönelik şiddetle mücadele politik bir mücadeledir. Şiddeti meşru gören bir anlayışın karşısında duran bir mücadeledir. Her gün beş kadının öldürdüğü bir ülkede, bu mücadele içerisinde sözümü kurarken Charlotte Bunch`un sözünü hatırlıyorum hep; “bir ulusal ya da etnik grup erkeklerin kadınları öldürdüğü veya sakatladığı oranda bir diğer gruba zarar verseydi bu durum olağanüstü hal ya da savaş ilanını gerektirirdi.“

Sözümüz yasal mücadeleye geldiğinde ise, perspektifi değiştirmek bu meşruiyet anlayışını ve eşitsizliği ortadan kaldırmak için bütün yasal düzen içerisinde; yeni şiddet yasasının yasalaşma sürecinden uygulanamasına kadar; anayasadan, iş kanununa, ceza kanuna kadar bütün mevzuata dair sözümüzün bitmediği bir noktada olduğumuzu vurgulamak gerekiyor.

Aile Sever Bakan ile İşimiz Çok Zor…

Önce “N.Ç”yi evlatlık alıp, “bizim kızımız” ilan eden, hemen sonrasında 11 yaşında “evlilik dışı” hamile olan çocuğun “17 yaşında” olduğunu açıklayan ve “Ağrı valisini arayıp mahkemenin hızlanması ve doğumdan önce resmi nikahın kıyılmasını isteyen” Fatma Şahin’in, “kadın”ın değil, “aile”nin bakanı olduğunu ne zamandır söylüyoruz.

Ama feminist hareket içinde böyle düşünmeyenlerin; Fatma Şahin’in mevcut hükümette bu bakanlığa getirilebilecek en iyi isim olduğunu, ona bir şans vermek gerektiğini söyleyenlerin sayısı da hiç az değil.

Devamını Oku…

Fatma Şahin Neye Müdahil?

images1Fatma Şahin, şu sıra “çocuk gelinler”le! ilgileniyor. Çeşitli illerde basına yaptığı açıklamalarda, Türkiye’de çocuk yaşta evlendirmelere karşı mücadele edeceklerini söylüyor. 16 yaşından itibaren evliliklerde resmi nikâhın öneminden söz ediyor. Öte yandan, 18 Ocak’ta açıklanan Yargı Reformu taslağında, hastaneye başvuran kız çocuklarının hamilelik, şiddete maruz kalma, nikâhsız birlikte yaşama gibi durumlarına tanık olan hekimlerin, savcılık ya da polise bildirme yükümlülüğünün “tutuklamaların azaltılacağı” müjdesiyle ortadan kaldırılması öngörülüyor.

Devamını Oku…

Ayse Yılbaş Davası 21 Şubat’ta!/İstanbul Feminist Kolektif

ayskartAyse Yılbaş, boşanmak üzereydi; dava uzun sürmüştü… Boşanma avukatlığını, Meriç ve Birsen üstlenmişlerdi. Boşanma sırasında, Katil Hüseyin Özmen, Ayşe’nin 1 yaşından küçük çocuğunu kaçırmış ve Ayşe’ye göstermemişti. Ayşe, çocuğu polis zoruyla ve avukatların çabasıyla geri almıştı. Annesiyle yaşıyordu; Cerrahpaşa Tıp’ta Stajyer öğrenciydi.

Hüseyin Özmen astsubaydı. Bölge’de görev yapmıştı uzun yıllar. Ayşe’yi öldürdükten sonra soğukkanlı olmasını açıklamak için Özmen’in kadın avukatı, “müvekkilim yıllarca Güneydoğu’da görev yaptı, ölülere alışkın” demişti.

Devamını Oku…

Öldürülüyoruz. Devlet seyrediyor…/İstanbul Feminist Kolektif

İstanbul Feminist Kolektif-Kadın Cinayetlerine İsyandayız Kampanyası  23 Şubat 2011’de Ümraniye’de öldürülen Arzu Odabaşı’nın Öldürüldüğü yerde bir basın açıklaması yaptı:

Kadın Cinayetlerine İsyandayız!

Burada işlenen Arzu Odabaşı  cinayeti Devlet destekli örtük bir cins-kırım yaşandığını açıkça ortaya koymuştur.

Arzu Odabaşı, koca şiddetini adli mercilere bildirdiği halde,  öldürülene kadar“devlet” kılını kıpırdatmamıştır.  O merciler hakkında suç duyurusunda bulunacağımızı kadınların şikayetini ciddiye almayanların takipçisi olacağımızı buradan herkese söylüyoruz.
9 şubat günü öldürülen Arzu Yıldırım cinayetinde de Ümraniye savcılığının ihmali açıktı. Bunun için de suç duyurusunda bulunduk, takipçisiyiz.

Adana’da  Semiha K.   Yıllarca şiddet gördüğü “koca”dan kurtulmak istedi, Devlet Semiha’yı da  erkek şiddetinden korumadı, geçen akşam öldürüldü.

Gebze Yavuzselim mahallesinde  Çiğdem K.   kocası tarafından salı gecesi pompalı tüfekle öldürdü.

Özlem eski kocadan kurtulmak için il değiştirdi, Katili onu buldu, bıçakladı ,ağır yaralı.

Maltepe de Şehri F.  Daha önce şikayetçi olduğu  halde gözaltına alınıp bırakılan  erkek tarafından  bıçaklanarak öldürüldü.

Gaziantep’te   kocasından boşanmak isteyen kadın bıçaklanarak yaralandı.

Erkekler seri kadın cinayeti işlerken. Devlet (hükümet, emniyet, jandarma, belediyeler, partiler,sendikalar, erkek kurumlar) seyrediyor.

Öldürmek için erkek, öldürülmek için kadın olmak yetiyor.

Kadın katilleri, “erkekçe bahaneler caizdir cumhuriyeti’nde” kadına şiddet uygulamaktan, kadını öldürmekten hiç çekinmiyor.

Bu cinayetler: devletin kadını koruyamadığını, kadınları  hanedeki  erkek şiddetiyle baş başa bırakıp, dövülmelerini, öldürülmelerini seyrettiğini gösteriyor.

İktidarın Aileden sorumlu bakanı , kadın cinayetleri için  “ münferit “diyor.  Ya münferidin anlamını bilmiyor, ya da bunca “ kadın kıyımını” görmüyor.

İktidarın, kadın cinayetleri  8 yılda % 1400 artmasının nedenlerini”  araştırmayıp,  erkek egemen zihniyeti besleyen cümleler kurmaları “ cins kıyımı’nın   artmasına sebep olmaktadır.

Meclis acilen  toplanıp “kadın cinayetlerini önlemek için “ derhal karar almalıdır.

Öldürülüyoruz! Devlet seyrediyor.
Savcılar  kadının  şikayetini ciddiye almıyor.
Sokaklara çıkıp cam çerçeve mi indirelim , silah mı kuşanalım.
Sabrımız kalmadı, canımız yanıyor,
Öfkeliyiz,  İsyandayız!!

İstanbul Feminist Kolektif

Cinayetten Savcılık da Sorumlu/İstanbul Feminist Kolektif

İstanbul Feminist Kolektif üyeleri, sevgilisi tarafından öldürülen Arzu Yıldırım’ın ölümünde ihmali olduğu iddiasıyla Ümraniye Cumhuriyet Savcısı Feridun Kabadayı hakkında suç duyurusunda bulundu.

Kadın Cinayetlerine İsyandayız Kampanyasını yürüten İstanbul Feminist Kolektif üyeleri, Yıldırım’ı sevgilisi Metin Çilingir’in, hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunduktan iki gün sonra öldürdüğünü hatırlattılar. Yıldırım’ın ölümünde, korunması için gerekli önlemleri almayan cumhuriyet savcısı Kabadayı’nın da sorumluluğu bulunduğunu belirttiler.

“Tek suçlu Metin Çilingir mi?”

Ümraniye Savcılığının önünde yapılan basın açıklamasında Kadın cinayetlerinde erkek şiddetiyle ilgili suç duyurularını önemsiz sayan, görevini yapmayan, kadınları korumasız bırakan savcıların da sorumluluğu bulunduğu vurgulandı ve “Gözümüz savcılıklarda” dendi:
“Ümraniye’de sevgilisi tarafından öldürülen Arzu Yıldırım’ın çantasından savcılığa verdiği ‘öldürüleceğim’ dilekçesi çıktı. Arzu dilekçeyi verdikten iki gün sonra öldürüldü. Suçlu sadece Arzu’yu savcılığa dilekçe vermesini bahane edip de öldüren Metin Çilingir mi sizce?

Arzu Yıldırım’ın çığlığını duymayan, onu haklarına dair bilgilendirmeyen, can güvenliğinin sağlanabileceği ve güçlenebileceği bir sığınağı göstermeyen herkes sorumlu değil mi ölümünden? Onu, ‘Arzu Yıldırım’ı ölümle tehdit ettiği öne sürülen Metin Çilingir’in ifadesinin alınması’ talimatını eline tutuşturarak karakola yollayan Ümraniye Savcılığı’nın sorumluluğu göz ardı edilebilir mi?”

“Kadınları korumak imkansız değil”

Kalkan, savcılıklara “daha çok kadının ölmemesi için konunun önemine uygun davranmaları” çağırısında bulundu: “Savcılar, suç duyurularını savcılık kalemlerinde süründürmeden, suç duyurusu yapan kadınlarla yüz yüze görüşmelidir.

Aile mahkemesinin; tanıksız ve belgesiz 4320 sayılı kanun gereğince şiddet gören kadına koruma kararı verebileceği bilgisiyle davranmalı, kadının eline emniyete götürmek üzere dilekçeyi tutuşturacağına şiddet gören kadını Aile Mahkemesine yönlendirmelidir.
Kadınlar derhal güvenliklerini sağlayacak sığınaklara yönlendirilmeli ve tüm bu süreçlerde can güvenleri sağlanmalıdır.”

“Hükümet somut adımlar atmalı”

Kalkan, hükümeti de kadın erkek eşitsizliğini derinleştiren uygulamaların ve kadın cinayetlerinin önüne geçmek için somut adımlar atmaya çağırdı: “Sığınaklar hala yetersizin de altında. Kadın katillerine haksız tahrik indirimi uygulanmaya devam ediliyor, yeni yasal düzenlemeler, özel önlemler yok. Var olan yasalar dahi uygulanmıyor. Ve savcılıklar koruma talep eden kadınları dahi koruyamıyor! Acilen önlem alınmasını, adım atılmasını, hükümetin, yargının, savcılıkların görevlerini yapmalarını hatırlatıyoruz.”

İstanbul Feminist Kolektif / 18.02.2011

Polisiyeleşmeden…

Ayşe Toksöz

Ocak 2009. Ben İstanbul’daydım. Canan da öyle. Dilek Eskişehir’deydi, Çiğdem Ordu’da.

Ocak 2010. Ben bu yazıyı yazıyorum, Canan Akbulut, Dilek Özer ve Çiğdem Bayram artık aramızda değil. Basının diliyle “arkalarında soru işaretleri bırakarak” gittiler. Yanlış anlamayın, bu bir edebi kalıp. Yoksa basının soru sormaya niyeti yok. Daha doğrusu, sordukları sorular “İntihar mı etti, öldürüldü mü? Bunalımda mıydı? Cinnet mi geçirdi? Kocasının başka kadınlarla ilişkisi var mıydı?” türünden.

Ben bu soruları sormak istemiyorum. Duymamış olanlar için kısaca Canan’dan, Çiğdem’den ve Dilek’ten bahsedeyim. Sonra da neden bu soruları sormak istemediğimden, neden cevaplarını merak etmediğimden.

Canan geçtiğimiz Nisan ayında Mor Çatı’ya başvurmuş, eşinden şiddet gördüğünü söyleyerek yardım istemiş. Korkusundan polise ya da savcılığa başvurmamış. 27 Temmuz’da balkondan düşerek (atarak ya da atılarak) öldüğünde, Mor Çatı’nın psikoloğuyla görüşmelerine devam ediyormuş. Mor Çatı’nın ve diğer feministlerin takipçisi olduğu dava süreci sonunda mahkeme, olayın intihar olduğuna hükmedip Canan’a dayak attığını itiraf eden kocasını serbest bıraktı.

Dilek, ‘Elveda Hayat’ başlıklı bir mektup yazmış 10 Ekim’de, iki çocuğunu yanına alarak, Porsuk Çayı’na atlamadan önce. Resmi makamlar intihar nedenini araştıradursun, medya kocasıyla nikahsız yaşamasını, adamın hapse giriş çıkışlarını, Dilek’in olası sevgililerini, küçük çocuğun babasının kimliğini diline dolamış bile…

Çiğdem’in kocası ise “işsiz-güçsüz” değil; “kerli-ferli” takımındanmış besbelli; komşular ne Çiğdem’in dayak yediğini duyduklarında araya girebiliyorlarmış, ne de, Çiğdem’in 5 Kasım’da balkondan düşerek (yine atarak ya da atılarak) ölmesinin ardından ifade verdikleri sırada mahalle muhtarının olay yerindeki tehdikar varlığına itiraz edebilmişler. Çiğdem morga götürüldüğü sırada, annesinin ölümüne tanık olan, ama varlığı savcı tarafından dikkate alınmayan oğluyla bir-iki saat ilgilenmişler yalnızca. Savcı, tanık konumundaki çocuğun velayetini, Çiğdem’i dövdüğü yönünde ifadesi olduğu halde, karakoldan serbest bırakılan babaya verdi.

Sadece bu hikayeleri alt alta yazmak bile “İntihar mı? Cinayet mi?” sorusunu duymak bile istemeyişimi açıklamıyor mu? Nedir bu hikayelerden öğrendiğimiz?

Kocan seni istediği kadar dövsün, etraftaki herkes bunu görsün, bilsin, hatta adam karakolda/mahkemede bunu itiraf etsin. Sen polise başvurmadıysan hiçbir hükmü yok. Başvursaydın da resmi makamların arabuluculuğuyla kocana geri dönmek zorunda kalacaktın ya, olsun. Bunun da hükmü yok.

Resmi makamların gözünde, insan olarak varlığının, yaşayışının, duygularının da hükmü yok. Nitekim, Çiğdem’in davasına bakan savcı, kocasının Çiğdem’i aldattığı yönündeki ifadelere, “Aldatmak suç değildir, erkek adam aldatır” gibi cevaplar verebiliyor. Bunun, savcının kötü bir adam olmasıyla falan ilgisi yok; bütün mesele diğer adamın bir an önce bu işten yakayı sıyırmasının sağlanması.

Toplumun nezdinde ise, attığın her adımın hükmü var. Ablasının kızını evlat edindiği sonradan anlaşılan (!) Dilek’in ölümünün ardından medya, “İkinci çocuğu kocası hapisteyken doğdu, yoksa başkasından mıydı” minvalinde döktürdü. Öyle ya, ya sevgilisi var(dıy)sa? O zaman her şey mübah olacaktı herhalde?

Bir de senin ne yaşadığını herkes zaten biliyordur, açıklamaları her zaman kolaydır: Bunalımdasındır, kıskançlık krizidir, psikolojik tedavi görüyorsundur (Canan’ın kocası herhalde Mor Çatı’nın psikoloğunu kastediyor!), ikinci çocuğu doğurdaktan sonra bunalıma girmişsindir – Dilek aslında doğum yapmamış ya, neyse…

Ha bir de, yaşamının da bir değeri yok. Artık adalet duygumuzu herhangi bir biçimde korumaktan aciz kalmış hukuk sistemi; cinayet olduğu aşikar olan vakalarda bile katilleri cezalandırmakta gönülsüz davranırken, “intihar mı, cinayet mi?” kuşkusunun olduğu durumlarda baştan savma bir olay yeri inceleme ve sorgulamanın ardından intihar hükmüne varma eğiliminde.

Bu hikayelerin bize düşündürdüğü, tek tek kadınların hikayelerinin önemli olmadığı, tüm kadın intiharlarının cinayet olduğu olmamalı elbette. Kadın intiharlarının tercih mi, yoksa kadınlara dayatılan, şiddet döngüsünden kurtulmak için ellerinde bırakılan son çare mi olduğu sorusunun geçersizliği de değil. Kadınlar olarak her birimizin hayatının ne derece şiddetle malul olduğunu; buna izin veren erkek egemen sistem içinde hayatlarımızın tekilliğinin nasıl silinip istatistiklere hapsolduğunu, öteki uçta ise nasıl magazinleştirilip, polisiye öyküye çevrilip “malzeme” haline getirildiğini görebilmek belki de.

Çünkü “intihar mı, cinayet mi?” sorusuyla adli birer vakaya indirgenen kadın ölümleri, esasında politiktir.

Babaların Meydanı

cemre-yazsb

Cemre Baytok

Münevver Karabulut’un öldürüldüğü 3 Mart 2009’dan, Cem Garipoğlu’nun 17 Eylül’de yakalanmasına kadar geçen uzun süre boyunca kamuoyu uzun zamandır olmadığı kadar genç bir kadının öldürülmesiyle ilgilendi. Feministler olarak kadına yönelik şiddeti ve cinayetleri kamuoyuna bu kadar duyurduğumuz bir dönemde, nasıl oldu da bu sefer, Münevver’in öldürülmesi tekil bir olaymış gibi öne çıkabildi ve birçoklarının kendilerini söz sahibi hissettikleri bir hâl aldı? Münevver üzerinden nasıl oldu da farklı egemenlik konumlarından beliriveren “babalar” Münevver’i “sahiplendiler”?

Türkiye’de birçok genç kadın benzer şiddet yöntemleriyle öldürüyor fakat babalar ortalığa dökülmüyor. Ne peki burada istisnai olan? Münevver Bahçeşehir’de öldürüldü, bedeni Etiler’de bulundu. Karabulut ailesi orta sınıf, Garipoğlu ailesi ise üst sınıf bir aileydi. Münevver ve Cem sevgililerdi. Bu durumun kendisi, sıradanlaştırılmış kadın cinayeti haberlerinin aksine bu genç kadının öldürülmesine öncelikle pornografik bir değer kattı. Pornografik değer, haber değeri demekti, yani takip edilebilir, izi sürülebilir haber. Bazı şiddet yöntemlerini bulunduğumuz toplumun dinamikleri içerisinde kanıksarız. Münevver’in öldürülmesi, medya aracılığıyla kanıksanma olanağını sunmadı. Münevver’in veya tüm kadınların mücadelesi adına değil ama. 3.sayfalarda yer alması ve göz ardı edilmesi alışılagelmiş olayların aksine, Münevver’in öldürülmesi görünür bir söz alanı açtı. Kadına yönelik şiddeti takip etme yolunun kadına bir kez daha şiddet uygulamaktan geçtiği bir söz alanı.

İşte böylece babalar meydana döküldü. Münevver’in öldürülmesinin üzerinden aile ve ahlâk algıları konuşulmaya başlandı. Başbakan ahlâki erozyon sebebiyle ya davulcuya ya zurnacıya kaçacak olan kızların başlarına böyle şeylerin gelebileceğini söyledi. Emniyet müdürü, Karabulut ailesinin kızlarına sahip çıkmadığını (yani sahip olmadığını) bildirdi. Bir gazeteci, “insanlara dokunan gazeteciliğin” unutulduğunu, bulunduğu medya grubunun baba Süreyya Karabulut’un yerine bu işi takip edeceğini ilan etti. Bir başka gazeteci, köy kızının aşırı serbestleşmesini olaydaki asıl felaket olarak yorumladı. Cem Garipoğlu’nun amcası, Cem’in babası olmadığı için cinayetle alakasının kurulamayacağını açıkladı. Tüm bunların yanında, Süreyya Karabulut da birçok yerde hem bunlara karşı çıktı, hem de kendisinin nasıl bir baba, kızının da nasıl “öyle” olmadığını anlatmaya çalıştı. Eksik baba Süreyya Karabulut, nihayet, takipçi medya grubunun başkanı tarafından saçmaladığı gerekçesiyle babalıktan çıkarıldı ve yerine Fatih Altaylı geçti, artık Münevver’in babası oydu.

Yine o dönemde, aylar sonra hâlâ katili yakalayamamış olan polis, cinayeti çözmeyi namus meselesi yaptığını duyurdu. Kamuoyu bir yandan erkeklerin kadın cinayeti vesilesiyle aile ve ahlâk üzerine birbirlerine konuşmalarına maruz kalırken, cinayetin sebebini merak etmeyi de ihmal etmedi. Pornografik değer bir kez daha üredi: Münevver, Garipoğlu ailesine dair bir sır mı biliyordu, Cem’in alkol sorunu mu vardı, olay bir cinnet cinayeti miydi? Günlükler, MSN yazışmaları ortaya saçıldı. Neticede, Cem yakalandıktan sonra gazetelerde iddianamede cinayetin nedenine dair tek bir kelime geçmedi, bu sefer de nedeni değil cinayetin nasıl işlendiği değer etti. Zira Cem Garipoğlu’nun Münevver’den başkaca da haber değeri vardı ve bu, yakalandıktan sonra an an görüntülenmesiyle çeşitlendi. Fakat bu, başka bir yazının konusu ve ben babaların sözüne geri dönmek istiyorum.

Cem Garipoğlu yargılanıyor, ama ondan önce babası cinayeti beraber işledikleri gerekçesiyle tutuklandı. Mehmet Nida Garipoğlu nedense tüm bu babalık tartışmasından nasiplenmedi, aile ahlâkıyla bağlantılandırılmadı. Süreyya Karabulut ise, eksik babadan, psikologlara havale edilen, kızının ölümünden para hesapları yapan ahlâkı noksan babaya dönüştü.

Bu olaydan geriye kalan, yine kadın cinayetlerine yönelik bir tepki olmadı. Genç bir kadının bu şekilde öldürülmesinin aslında hiç de münferit bir olay olmadığı konuşulmadı. Kadına yönelik şiddetin gündeme gelmesi, bazıları için kadını bir kez daha aile içinde tanımlamaya ve ikincilleştirmeye yaradı. 7 aya yakın süren yakalanma sürecinde, aile söyleminin farklı konumlardan erkekler tarafından tekrar üretilmesi erkek şiddetini olağanlaştırırken kadınları yine evlerine, babalarının veya kocalarının yanına çağırdı.

Feministler ise, Münevver’den sonra olduğu gibi, erkek egemenliğine her kesimden kadının maruz kaldığını iddia ederek kadın cinayetlerine ve babaların sözlerine karşı çıkmayı sürdürüyor. Kadın cinayetlerinde dahi, babaların yani erkeklerin sahiplendikleri kamuoyunu reddederek kadınların sesini yükseltmeye devam ediyor.

Davaları Takip Ederken…

sb1Yaklaşık iki yıldır mahkemelerde yan yanayız. Katilleri, ölen, yaralanan, tecavüze uğrayan kadınları, ailelerini, feministleri, hissettiklerimizi, biriktirdiklerimizi oturup konuşalım, paylaşalım dedik. Yerimiz ancak bu kadarına izin verdi ama aslında daha o kadar çok şey var ki…

Funda: Nerden başlayalım bilemiyorum ama bu süreci hep birlikte yaşadık. Dosya konumuz “Kadın Cinayetleri politiktir” olunca, bu süreç boyunca neler yaşadık konuşalım diye düşündük.

Selin: Kişisel hislerimden başlayabilirim aslında. Hepimiz 2. derece travma yaşıyoruz diye düşünüyorum. Bu davaların benim psikolojime etkileri epeyce ağır oldu. Kendimi uzak tutmaya çalışıyorum ve yardım da alıyorum zaten. Çok istesem de bazen duruşmalar gitmiyorum. Kesinlikle kendimi iyi hissetmiyorum ve sakin kalamıyorum, adamlara vurmak istiyorum mesela, saldırmak istiyorum abuk sabuk konuştuklarında. Sadece dosyalarda değil, başka yerlerde de birikiyor bu tepki içimde. Bu çok büyük bir problem ve adeta bir savaş! Kadınlar canlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Savaşta bizim de güçlü olmamız gerekiyor ve bazen gücümüz azalıyor diye düşünüyorum.

Devamını Oku…

Dayak, Aşağılama, Tecavüz ‘Haksız Tahrik’tir!

Fatoş Hacıvelioğlu

Sevişmeye “hayır” demenin neresi haksız tahriktir? Çantada doğum kontrol hapı bulunmasının neresi haksız tahriktir? Çok sık banyo yapmanın neresi haksız tahriktir? Oysa dayak yemek haksız tahriktir, tecavüze uğramak haksız tahriktir, aşağılanmak, işkence görmek haksız tahriktir.

Erkek egemen yargı sistemi “kot pantolon giydi”, “sevişmeyi reddetti”, “cilveli biçimde saat sordu”, “piercing takıyor”, “beyaz tayt giydi”, “çantasında doğum kontrol hapları gördüm gibi gerekçeleri, erkekleri tahrik eden davranışlar olarak değerlendirip, nerede ise erkeğe “mağdur” muamelesi yapıyor. Bu davranışların hiçbirisi hukuken haksız bir fiili teşkil etmediği halde, ataerkil değerlere yaslanan bir mantıkla bu tür davranışlar kanun uygulayıcılar tarafından “haksız tahrik” olarak değerlendiriyor. Oysa kanunda belirtilen haksız tahrik için şart olan  “haksız fiil”, hukuki anlamda gerçek bir haksız fiil olmalıdır. Yoksa kadının “namus”u ve kadını kendi malı gibi gören erkek zihniyetinin uydurduğu saçma ve akıldışı gerekçelerin kendisi bir haksız fiil olarak değerlendirilemez.

Sevişmeye “hayır” demenin neresi haksız tahriktir? Çantada doğum kontrol hapı bulunmasının neresi haksız tahriktir? Çok sık banyo yapmanın neresi haksız tahriktir? Oysa dayak yemek haksız tahriktir, tecavüze uğramak haksız tahriktir, aşağılanmak, işkence görmek haksız tahriktir. Hatta bundan da öte, çoğu vakada bu davranışlar karşısında gösterilen tepkiler meşru müdafaadır

Haksız tahrik konusunda erkeklere oldukça cömert davranan mahkemeler, söz konusu olan dayak yiyip, ölümle tehdit edilip, tecavüz edilip ve nihayet ölmemek için saldırganını (koca, baba vs.) öldüren kadınlar olduğunda “haksız tahrik” maddesini uygulamamak için ellerinden geleni yapıyor.

“Hakikat Anı”: Ya kurban olacaksın ya da “katil”  

Size aktaracağım birinci olay, tam da mahkemelerin bu “cimriliği”ne en uç örnek olacak kararın ardındaki bir hikaye, Rabia’nın hikayesi. Rabia Aksın, önce gönüllü avukatı, sonra bundan da öte arkadaşı olduğum, varlığından güç aldığım, kendi ezilmişliğiyle kadın bilincine sahip olan bir kadın. Rabia’nın yaşamındaki korkunç olaylar, 13 yaşında iken Adana’da okuduğu okuldan kaçırılması ve tecavüze uğramasıyla başlıyor. Rabia’nın annesi bu olay üzerine kendini asarak hayatına son veriyor. Bu arada Rabia babası tarafından sürekli dövülüyor ve tecavüzcüsü ile evlenmeye zorlanıyor. Yediği dayaklara dayanamayan Rabia sonunda tecavüzcüsüyle evleniyor. Evlendiği ilk günden itibaren kocası-tecavüzcüsü tarafından sürekli işkenceye tabi tutuluyor. Demir çubuklarla dövülen, ayağı kırılan, vücuduna çatal batırılan, çırılçıplak soyulan, kafasına silah dayanarak intihar mektupları yazdırılan ve sürekli sokağa atılmakla tehdit edilen Rabia, bütün bu hengâme içinde iki çocuk sahibi olarak, yaşama bir şekilde tutunmaya çalışıyor.

Rabia, 13 yıl süren evliliğinde iki defa boşanma davası açıyor, fakat tehditler nedeniyle vazgeçiyor. Bu arada dayaktan ve işkenceden bunaldığı bir gün, adını nereden duyduğunu bile hatırlamadığı Mor Çatı Kadın Sığınma Evi’ne gitmek üzere çocuklarını da yanına alarak evden kaçıyor. Ancak bu yolculuk bilgisizlikten ve parasızlıktan dolayı sadece bir gün sürüyor.  Olay gününden yalnızca birkaç gün önce, yine çok kötü bir biçimde dayak yedikten sonra iki çocuğunu da alarak babasının evine gidiyor ve boşanma davası açıyor. Bu günlerde koca sürekli evi arayarak ölümle tehdit ediyor. Ve nihayet koca olay günü de, gündüz vakti Rabia’nın babasının evine evde kimse yokken gizlice giriyor ve Rabia’yı öldüresiye dövmeye başlıyor. Artık canına tak eden Rabia da  “hakikat anı”nda, kurban olmamak için silahı alıp kocasını öldürüyor ve “katil” oluyor.

Kadın hukukçular olarak, olayda öncelikle “meşru müdafaa” nedeniyle Rabia’nın beraat etmesi gerektiğini, olmadığı taktirde, olay öncesinde Rabia tarafından açılan darp davaları, raporları ve tanıklar göz önüne alınıp “ağır tahrik” indirimi yapılması gerektiğini belirttik. Bütün uğraşlarımıza rağmen Adana 5. Ağır Ceza Mahkemesi, yaşananların, sanık lehine “hafif haksız tahrik” olarak değerlendirilmesi gerektiğini, öldürmeyi gerektirecek “ağır tahrik” boyutuna ulaşmadığını belirterek, önce ömür boyu, sonra da indirim yaparak 24 yıllık bir ceza verdi. Mücadelemize devam ettik ve dosya Yargıtay’da üç kez bozuldu. En sonunda ceza 19 yıla inebildi. Rabia, cezaevinde kadınlara okuma -yazma öğretmeye çalışıyor, tiyatro oyunları yazıyor, tiyatro oyunlarında yer alıyor, resim yapıyor ve dört gözle cezaevinden çıkıp kadınlarla “özgürce” dayanışacağı günleri bekliyor.

İkinci hikâyemiz ise, “meşru müdafaa”nın uygulanamadığı hallerde bütün mahkemelere örnek olarak sunduğumuz, “haksız tahrik” düzenlemesinin ruhuna uygun nitelikli bir kararın ardındaki hikâye.

Ülkü,  60 yaşında bir öğretmen. 22 yaşındayken, kendisi gibi öğretmen olan Özdemir Bey ile evlendi ve 3 çocuğu oldu. Okulda,  dışarıdaki insanlara, komşulara karşı hep kibar olan kocası, Ülkü’ye ev içinde hep kaba bir davranıyor, sürekli küçümsüyor, özellikle mesleğindeki başarılı faaliyetlerini kıskanıyordu. Bir süre sonra bu kaba davranış yerini hakarete,  tehdide varan bir tavra ve daha sonrada fiziksel şiddete bırakacaktı. 36 yaşında erken menopoza giren Ülkü, menopoz nedeni ile cinsel ilişkiden rahatsız olduğu için eşinin başka kadınlarla birlikte olmasına ses çıkarmıyor, hatta belki kendisini daha az rahatsız eder umuduyla bunu teşvik ediyordu.

Ne yazık ki bu “anlayış ve teşvikler” dahi tecavüzleri önleyemeyecekti. Bulaşıcı hepatit teşhisi konulan koca Ülkü’yü sürekli olarak hastalığını bulaştırmakla tehdit edecekti. Olay gecesi ise, yine aynı şekilde kendisine tecavüz etmeye kalkan kocasına Ülkü bu sefer sert bir biçimde karşı koyunca, kocası bıçakla saldırır. Ülkü göğsüne bir bıçak darbesi yedikten ve bir süre boğuştuktan sonra bıçağı kocasının elinden almayı başarır ve “hakikat anı” gelir. Ya  “kurban” olacaktır, ya da “katil”! Ülkü, kendini kaybederek bıçaklar, bıçaklar, bıçaklar, ta ki tecavüzcü “kocası” 17 darbeyle ölene kadar. Yıllarca süren bu kabus dolu olayları kimseyle paylaşmayan Ülkü’nün “melek gibi adamı” neden öldürdüğünü hiç kimse anlayamamıştır! Soru şudur: hangisi vahşidir? 17 bıçak darbesi mi, yıllarca süren tecavüz ve fiziksel/psikolojik işkence mi?

Yapılan yargılamada mahkeme, eşine az rastlanır biçimde bu soruya doğru yanıtı verdi;  yine “meşru müdafaa” kurgusundan başlayan savunmamızın bir aşamasında, talebimiz üzerine “ağır tahrik” indirimini uygulayarak Ülkü’nün 30 sene olan cezasını 12 seneye indirdi. İşte daha sonra Yargıtay’ın da onadığı bu örnek karar, “ağır tahrik”in doğru yerde uygulanmış olması açısından son derece değerli bir örnektir. Zira Ülkü’nün yaşadığı olayda haksız tahrikin birinci koşulu olan gerçekten haksız bir fiilin varlığı, hatta birden fazla haksız fiilin, yani somut olayda  “dayak”, “tehdit” ve “tecavüz”’ün varlığı mevcuttur.

isimsiz2

İngiltere örneği…

Tam da bu konuya ilişkin olarak, İngiltere’de hazırlanan yeni ceza yasası tasarısı ile, yıllarca şiddet gördükleri kocalarını öldüren kadınların cezalarında “haksız tahrik” nedeniyle indirime gidilmesi yönünde kolaylık sağlanması hedefleniyor. Yeni yasa tasarısı ile erkeğin lehine olan ve cezai indirime yol açan kıskançlık temelindeki “haksız tahrik” unsurunun kaldırılması hedefleniyor. (Görüldüğü gibi erkek şiddet  “bahaneleri” ülke farkı dinlemiyor!) Yani bu düzenlemeyle, eşini öldüren bir erkek, eşi kendisine sadık olmadığı için bu cinayeti işlediğini iddia ettiğinde,  artık cezai indirim alamayacak. Bunun yanı sıra, aile içi şiddete maruz kalarak cinayet işleyen kadınlara ek savunma olanakları getiriliyor ve yıllarca şiddete maruz kalan kadınların, bu temelde savunma yapmasına olanak tanınıyor.

Kadınlar bütün “tahrik”lere rağmen daha az suç işliyor

Türkiye’de Cezaevine giren hükümlülerin yüzde 96.7’sini erkekler, yüzde 3.3’ünü ise kadınlar oluşturuyor. Cinayet suçu işleyen kadınların yüzde 38 gibi büyük bir çoğunluğunun eşlerini maruz kaldıkları şiddet nedeniyle öldürdükleri biliniyor. Bunu sırasıyla baba, akraba bir erkek veya saldırgan başka bir erkek takip ediyor. Kadın mahkûmlarla yapılan bir araştırmada, suçun çok büyük çoğunlukla, kötü muamele gören ya da dayak yiyen kadınlarda aniden şiddetli bir tepki sonucu ortaya çıktığı ve bu tür cinayetlerde, öldürücü bir silah ya da fiziksel güç kullanarak ilk saldıranın, kurbanın kendisi olduğu saptanmış. Kadınlar çoğunlukla kendilerini korumak amacıyla bu suçu işliyorlar. Yani aslında bu “cinayet”lerin çoğu “haksız tahrik” hükümlerinin değil, “meşru müdafaa” hükümlerinin uygulanmasını gerektiren vakalar.

Rabia ve Ülkü, öldürülmenin sınırına gelip kendini ancak saldırganını (kocasını) öldürerek kurtarabilen “şanslı” sayılabilecek kadınlardan ikisi. Çünkü her ikisinin de yaşadıkları, haksız tahrikin gerçekten hukuken uygulanabileceği olaylardır. Yani onlar yaşadıkları sistematik şiddetin sonucu “katil” olmuşlardır.  “Namusumu temizledim” sözcüğünün kendisi bile  “haksız tahrik” olurken, dayak, aşağılama, tecavüzün haksız tahrik olarak değerlendirilmesi daha zaman alacağa benziyor.

Habertürk Protestosu: Siz Öldürülmüş Kadınları Teşhir Ettikçe Biz Daha Çok Öldürülüyoruz!/İstanbul Feminist Kolektif

Şefika Etik, her gün öldürülen 3-5 kadından biri.  Manisa’da yaşıyordu. 19 yıllık evli ve 2 çocuğu vardı. Şiddet görüyordu. 20 Eylül’de şiddet gördüğü için polise başvurdu ve sığınmaevine  yerleştirildi.   Katili olacak kocası İbrahim Etik; nasıl olduysa gizli olması gereken sığınmaevi kapısına dayandı. Elinde çiçekler vardı.  Şefika 7 Ekim’de eve dönmek zorunda kaldı. Eve döndükten 2 saat sonra ise duştayken arkadan bıçaklanılarak kocası tarafından katledildi.

Devamını Oku…

Yasta Değil İsyandayız!/ 17 Ağustos 2010

Eskişehir Demokratik Kadın Platformu Basın Açıklaması

Kadın cinayetleri gün geçtikçe artmaya devam ediyor. Her gün bir başka bahaneyle öldürülen kadınların haberini alıyoruz. Kıskançlık, erkeğin aşkına karşılık vermediği için, boşanmak istediği için, aile meclisi kararıyla, güzel koktuğu için ve daha niceleri. Kadınların ölümüne türlü türlü gerekçeler gösteriliyor. Hayatın her noktasında olan kadınlar birer birer ayrılıyorlar aramızdan.

Devamını Oku…

Biz kadınlar artık yas tutmuyoruz / 6 Mayıs 2010

Biz kadınlar artık yas tutmuyoruz. Askılı elbise giydiği, eve geç geldiği, boşanmak istediği, aşık olduğu, sevişmek istemediği, sevmediği kişi ile evlenmek istemediği için öldürülen; aslında yalnızca “kadın” olduğu için öldürülen binlerce kadının yasını tutmuyoruz.Devamını Oku…

Kadın Cinayetlerine İsyandayız

logoİstanbul Feminist Kolektif – “Kadın Cinayetlerine İsyandayız” Kampanyası

Kadın cinayetleri feministlerin uzun yıllardır mücadele gündemlerinden biriydi. Kampanya fikri bu mücadeleyi daha güçlü olarak sürdürme gerekliliğinden doğdu. Kampanyaya gelene kadar İstanbul’da farklı gruplardan ve bağımsız feministler, birlikte faaliyet sürdürürken kimi zaman “feministler”, çoğunlukla “feminist kolektif” imzasını kullanıyorlardı. Bu kampanya ile birlikte İstanbul Feminist Kolektif imzasında karar kılındı.

Devamını Oku…

Eş veya Eski Eş Cinsel İstismarı

Şahika Yüksel

Üç veya daha çok sayıda çocuğu olan ve çalışmayan, bağımsız bir geliri olmayan kadınlar, şiddet, istismar, koca tecavüzü benzer travmalar yaşasalar da tecavüzcüleri olan eşleri ile aynı yatakta yatarlar; ayrılamazlar.

Bazı cinsel istismar türleri “normal” kabul edilir ve yer yer, onların travmatik olarak tanımlanmayabileceği ileri sürülür. Açıklanması ve ispat edilmesi zor olan evlilikte tecavüz, bu tür “mazeretli” cinsel istismar örneklerinden birisidir. Evlilik içinde cinsel istismar konusunu, istismar eden, edilen ve danışmanlık yapanlar için çelişkiler taşıyan bir cinsel istismar türü olması nedeniyle seçtim. Sevgili tecavüzünü bu yazıda ele almayacağım.

“Randevu tecavüzü”, “yakın ilişkide şiddet” gibi adlar da verilen eş cinsel istismarı; sevgili, eş veya eski sevgilinin zorlaması ile gerçekleşen ilişkilerdir. Evlilikte kadının rızası olmadan eşinin cinsel ilişkide bulunması ve bunu zor ve şiddet kullanarak gerçekleştirmesi, onu istenmeyen cinsel davranışlara zorlaması, fuhşa zorlaması, cinselliği bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılması gibi davranışlar eş cinsel istismarı örnekleri arasında sayılabilir.

Sıklık: Konunun öncüsü, feminist sosyolog Diana Russell’dır (1982). Russell Boston’da (1992) halen evli /yaşamının bir devresinde evlenmiş olan kadınlarda eş tecavüzü öyküsünü araştırmış ve kadınların 1/7 ile 1/10’unun eş tecavüzü yaşadığını ve tecavüzün çoğul olduğunu bildirmiştir. Kadınların yarısı, eş tecavüzünün yirmiden fazla olduğunu bildirmiştir. Eşlerinin fiziksel şiddetine maruz kalan kadınlarda eş tecavüzüne iki kat daha fazla rastlanmaktadır.

Türkiye’de Durum: Savaş (2003), Adana’da evli kadınların % 18’inin cinsel ilişkilerinin sürekli olarak zorla gerçekleştiğini belirtmiştir. Ayrıca, bu kocaların %8’inin aşırı kıskanç olduğunu ve cinsel şiddete maruz kalan kadınların tümünün ileri derecede fiziksel şiddete de maruz kaldığını ekler. Yüksel ve Dişçigil’in (2004) çalışmalarında, İstanbul’da bir psikiyatri polikliniğine başvuran kadınların eşlerinin şiddet kullanıp kullanmadığı ve ne tür şiddet kullandığı araştırılmıştır. Fiziksel şiddet yaşadığını bildiren her beş kadından biri aynı zamanda cinsel ilişkiye zorlandığını bildirmiştir. İlkkaracan (2001), Güneydoğu Anadolu’da yaptığı taramada, evli kadınların yarısının fiziksel şiddet, bunların yarısının da aynı zamanda eş tecavüzü yaşadığını ve eğitim düzeyi yükseldikçe şiddet oranının düştüğünü belirtir.

Kadına Yönelik Şiddet Bir Sağlık Sorunudur. Cinsel saldırılar ruh sağlığını etkiler; travma ile ilişkili ruhsal sorunlara neden olur. Adını koymadığınız bir durumu sorun olarak tanımlayamazsınız:

Kadınlar: Kadınların yaşadıkları cinsel şiddeti uygulayan kişi eşleri olduğunda çoğunlukla kendilerini tecavüz mağduru ve eşlerini “tecavüzcü“ olarak adlandırmadıkları görülmektedir. Tecavüze tecavüz denmemesinin, tecavüzü yaşayanlarda travmatik sorunların gelişmesine karşı koruyucu bir etkisi olmamaktadır.

Cinsel istismar ve tecavüz hakkında o toplumdaki mitler ve tutumlar önemlidir. Tecavüz eylemine katılmayanların, seyircilerin, diğerlerinin konuya hoşgörülü yaklaşması, benzer davranışları besler. Tecavüz ve ilgili önyargılar ve tutumlar üzerine çalışmalarda bu sorunun ipuçları vardır. Bu çalışmaların örneklemini polis, hakim, tıp öğrencisi, doktor gibi, tecavüz sonrası karşılaşılabilecek meslek grubundan kişiler oluşturmaktadır. Yanıtlarda, dereceleri değişerek, erkeklerde daha baskın olarak mağduru az çok sorumlu ve suçlu bulma eğilimi görülmüştür. Bu durum, tecavüzle mücadelede toplumsal haberdarlık çalışmalarının önemine işaret eder (Akvardar, Yüksel 1992, Gölge 2000). Dahası, birçok kadın da eşinin cinsel zorlamalarından utanır ve kendisini sorumlu tutma eğilimindedir.

Uzmanlar: Bir hastalıktan korunmanın ilk basamağı, hastalığın varlığının bilinmesidir. Güvenliğin sağlanamadığı bir ortamda ise hiçbir tedavi etkin olamaz. Güvenliği sağlık çalışanları tek başına sağlayamaz. Sağlık personeli ve doktorlar cinsel saldırı yaşamış kişileri çok farklı koşullarda ve devrelerde görebilirler. Nitekim eş şiddetiyle yaralanan kadınlar, sağlık kuruluşlarında eşlerinin kötü muamelesini gizliyorlardı. Sağlık personeli, eş şiddetinden kuşkulanmıyor/ kuşkulansa da bunu kadınlara belli etmiyordu.

Kadına yönelik şiddetin, özellikle aile içi şiddetin, sağlık sorunları kisvesi altında, doktora başvuran kadınlar arasında gizli kalmasını engellemek amacıyla rutin olarak şiddetin taranması gerektiğine dikkat çekilmektedir. Genel ve ruh sağlığı acil polikliniklerine başvuran kadınlarda eş şiddeti rutin olarak sorgulanmalıdır.

Bu yazı Feminist Politika’nın 2. sayısında yayınlanmıştır.