Sevdim ben kadınları
Banu geçen sayıların birinde yazmıştı, “kadınları sevdim” diyordu. “Genç değil geç tanıştığı” feminizmin hayatını nasıl değiştirdiğini anlatıyordu. Kadınların, kadınlarla dayanışmanın sihirli değnek gibi hayatına dokunduğundan söz ediyordu.
İşte onları okuyunca tanıdık duygular hissettim, evet, ben de sevdim kadınları… Onlarla gülmeyi, dağıtmayı, giysi değiş tokuşu yapmayı, sesinin düşük tonundan sonuç çıkararak dert paylaşmayı, politika yapmayı, hayatı değiştirme yolculuğunda birlikte olmayı… feminizm iyi gelmişti bana da…
Bizim evde kadın nüfusu fazlaydı. Üç kız kardeşin en küçüğüyüm. Annemle babamın bu kez erkek olur belki diye son umut yaptıkları ve sonunda tevekkülle bağırlarına bastıkları kız çocuğu benim. Zavallı babamın (!) umudu bir tarihte tükenmiş olacak ki, kabullendi. Hatta hevesini alabilmek için arada “Oğlum” diye seslendi kızlarına.
Hem üç kız hem de bunların sonuncusu olunca hayat bazı zorluklarla başladı benim için. Mesela iki ablamın aralarında anlaştıkları bazı kodları vardı. Küçüğüm, annemlere söylerim diye hep saklandı benden bunlar. Kızların dünyasına alınmayan ben, binbir yolla onların kodlarını çözmeye çalıştım. Kimini çözdüm de! Üç kız olmanın eğlenceli yanları da vardı. Akşamları Dallas, Flamingo Yolu bir de Dük Caddesi Düşesi’ni keyifle izlediğimizi hatırlıyorum. Sobanın üzerinde kızarmış sıcacık ekmekler, közlenmiş patatesler, tatlılar, annemleri yatırdıktan sonra kikirdeşmelerimizle geçen uzun geceler…
Günün birinde büyük ablam evlendi. Nişan, çeyiz hazırlama, kına gecesi, düğün ne varsa yapıldı. Düğün günü süslenip püslendik. Saatlerce, durmadan oynadık… Sonra da ağlayarak onu yolcu ettik! Ben ortaokula gidiyordum, bir büyük boy ablam da üniversiteye başlamıştı. Ben tam bir ergen. Ablam ise heyecan dolu bir üniversiteli.
Aslında sırası gelmişken gölge abiden söz etmeliyim size; aslında kuzenimiz olur kendisi. Yıllar önce yengem ölünce amcam, Almanya’ya gitmiş, biz de abi ve onun iki kız kardeşi ile birlikte yaşamışız. Abim çocukluğumun karanlık karakteri. Yatak arasına saklanmış silah, kazanlarda yakılan kitaplar, o gelince koşa koşa eve gitmem, geç kaldığımda ise tek ayak üstünde verdiği cezalar hafızamda ondan geri kalanlar oldu. Bir gün, bir gece vakti bizimle vedalaştı ve gitti… Geriye kalan bizler gölgesini takip ettik. Küçük ablam da ailedeki bu efsane kişiliğin izinden yürüdü ve onun gibi makine mühendisi oldu.
Bu tarihe kadar ailedeki rol dağılımı ve kurallar netti… Kızlar gerekli olmadığı sürece dışarı çıkmaz, çıksalar da hava kararmadan evde olurlar. Baba işçi, anne ev hanımı (ne hanımlık)! Sınır çizgilerini tahmin edeceğiniz bu geleneksel ailenin düzeni, mühendis ablayla yerinden oynadı. Annemlerin anlatımına göre, bizim kız birinci sınıfta iyiymiş, bir şeylere karışmamış, okula gidip gelmiş. Ne olduysa ikinci sınıfta olmuş, birileri aklını çelmiş! Malum kandaki solculuk, ortamını bulunca hareketlenmiş. Önce eve geç gelmeye başladı, ardından bazı günler gelmemeye, sonra haber bile vermeden gelmemeye… Evdeki kıyametin dozu da her adımda biraz daha arttı.
Ağabeyim solculuk yaptığında evin en ağır, sözü en çok dinlenen insanıyken ablam aynı yolda hain ilan edilmişti. Kız başına yaptığı şeyler asla saygınlık uyandırmamıştı. Onun macerasında hep ahlaka mugayir şeyler aranmıştı. Oysa o, benim gözümde sülalenin son kuşak kahramanı olmuştu. Bir gün annemle farklı bir kavgaya tutuştum. Sonunda “Ben evlenmeyeceğim, ablam gibi okuyup çalışacağım” dedim. Hayata dair beklentilerim ilk kez ağzımdan çıkmıştı. Annemin “canım kızım, sen nasıl istersen” demediğini tahmin edersiniz…
Derken iki yıl sonra ben de üniversiteli oldum. Üniversite demek özgürlük demekti. Artık ben de istediğimi yapabilecektim. Abimin arkadaşları, yoldaşları vardı, uğruna her şeyi göze aldığı. Ablamın arkadaşları vardı. Benim de olacaktı. Oldu…
Bir de aşık oldum. İnsan daha ne ister… Sosyalleşmek için tiyatroya vurdum kendimi. Yeteneksizdim ama mutluydum. Evi soracak olursanız, çatışma sırası bana gelmişti. Annemi arayıp “eve gelmiyorum” dediğimde kıyamet kopuyordu ama nasıl desem, öldürücü bir ses değildi karşımdaki. Karşılıklı bağrışıyor ve kapatıyorduk telefonu. Aslında benim bir numara büyüğüm yolu öyle açmıştı ki, taşlara takılıyordum ama düşmüyordum. Ha bu arada ablam solculuk dışında şeylerle uğraşmaya başlamıştı. ‘Kadın’ arkadaşlarıyla buluşuyordu..
Hayat toz pembeyken aniden pembesi gitti tozu kaldı. Aşık olduğum adam, sırdaşım, dostum olan kız arkadaşımla birlikte oldu. Peri masalı o gün bitti. Bütün dünyam yıkılmıştı. Onları hayatımdan çıkarsam da benim hayatla kurduğum denklem bozulmuştu bir kere. Yaklaşık bir ay yemeden içmeden kesilip, evden çıkmadım. Hiçbir şey iyi gelmiyordu bana. Ablamla hep yakın olsak da hiç gönül işlerinden konuşmamıştık. Bunlar konuşulmazdı herhalde. Bir gün ne olduğunu sordu. “Bana anlatabilirsin” dedi.
Kırık dökük sözcükler çıktı ağzımdan. Sanırım ilk kez o zaman gerçek kız kardeş olduk.
Kızlar grubuna ben de alınmıştım, büyümüştüm artık…
Bir gün Taksim’e götürdü beni. “Kadın arkadaşları”yla buluşacaktı. Anlattı neler yaptıklarını. Feminist olduklarını söyledi. Çok seveceksin onları dedi. Çekindim, hem bir toplantıya gitmekten hem de o ruh halimle bakışları üzerimde hissetmekten. Ama öyle olmadı.
Kadınlar iyi geldi bana… Sevdim kadınları!
O gün hayatımın en farklı günlerinden biriydi. Yıl 1993. İşte böyle tanıştım feministlerle.
Ben de ablamla toplantılara gidip gelmeye başladım. Grubun adı Minerva’ydı. Minerva bir kadın tanrıçaymış. O dönemde feminist tarihten, feminist yaklaşımdan bazı konular belirleyip okuyup tartışıyorlardı. O zamana kadar hiç duymadığım şeyler konuşuyorlardı.
Onlarla Bilar’da seminerlere gitmeye başladım. Gülnur Savran’la tanıştım. Sosyalist feminizmi anlatıyordu. Bilar’daki bütün derslerini hem teybe kaydettim hem not aldım. Herşey kafamda uçuşuyordu. Nerede bir ders, seminer varsa takip eder olmuştuk. Okumak ve kadınları dinlemek iyi geliyordu.
Sonra Minerva’da küçük gruplara bölündük. Adı da bilinç yükseltme grubuymuş. “Kız kardeşlerinle herşeyi konuşuyorsun, oradan çıktığında duyduğunu unutuyorsun” diye özetlemiştim ben o buluşmalarımızı. Özel olan politiktir neymiş onu öğrendim. Her deneyim bir kadının ağzından dökülüyordu ama sanki ben de yaşamıştım veya başka birimiz. Sanki senaryo aynı oyuncular farklıydı. Ve o buluşmalarda bir ilk yaptım. Dört yaşlarımdayken yaşadığım cinsel saldırıyı onlarla paylaştım. Çok zor oldu, ama oldu. O tarihe kadar benim büyük sırrımdı. Ama kız kardeşler sır tutar…
Aynı yıllarda bağımsız kadın hareketi oldukça canlıydı. Mor Çatı, Martı, Eksik Etek, Roza şimdi aklıma gelenler. Kadına yönelik şiddet, kadının kamusal alandan uzaklaştırılması, beden ve cinsellik o dönemde konuştuğumuz, yazdığımız konulardandı. Biz de Minerva olarak fotokopiyle çoğalttığımız minik dergimizi çıkardık. Yazıları rumuzla yazmıştık. Ben yaşadığım cinsel saldırıyı yazmıştım.
Epey sonra aramızdan birkaç kadınla Birleşik Sosyalist Parti’ye katıldık. Bu karma örgütte “bir grup kadın” olarak yer aldık. Örgütümüz, her anlamda karmaydı; kadınlar ve erkekler olarak birlikte mücadele ettiğimiz gibi aynı zamanda farklı siyasi geçmişleri olan gruplar da bir araya gelmişti. Ne kadar heyecanlandırmıştı bizi. Sosyalizm hedefimizi feminizmle yıkayacak, herkes sözünü sakınmadan söyleyebilecekti partide… Ama umut dünyası ile reel dünyanın çatışması gecikmeden gösterdi kendini…
Parti içi demokrasi ve kadınlar lehine pozitif ayrımcılıkla ilgili sürdürülen tartışmaların odağında yer aldık. Kıyamet ise pozitif ayrımcılık ya da onun somut tezahürlerinden olan kota meselesi etrafında koptu. Bazı gruplar pozitif ayrımcılığı tümden reddederken bazıları teoride kabul etmiş göründü! Bizim yüzde 50 talebimiz “gelin yüzde 30’da anlaşalım” yaklaşımıyla pazarlık konusu edildi. İçinde tüm gruplardan kadınların çalışma yürüttüğü kadın komisyonumuz vardı. Genel parti düzleminin bölünmeleri orada da yansımalarını gösteriyordu. Feminizmle bağımsız bir kadın grubunda tanışmış ve hayatı böyle yorumlamayı sevmiş olan ben karma dünyanın soğuk yüzüyle de partide tanışmış oldum. “Grup hassasiyeti”, “mutabakat” gibi kavramlar partinin yüksek değerleriydi, bu değerlere kafa tutan küçük kadın grubumuzun parti hayatı içindeki yazgısı da “küçümsenmek” olacaktı. “Küçük” olsak da biz kendi gücümüzü ve fikirlerimizi önemseyerek parti kongresinde ve öncesinde çalışmalarımızı ısrarla sürdürdük. Sözümüzü daha kolay iletebilmek için “Bizim de Sözümüz Var” diye bir yayın çıkardık.
Kadın kotası, parti kongresinde yüzde 30 olarak kabul gördü. Sadece kota değil, parti program ve tüzüğünde kadınlar lehine değişiklikler yapılması için çok emek harcadık. BSP’nin siyasi hayatı uzun sürmedi, başka grupların da katılımıyla ÖDP’ye evrildi. Ancak partinin adı değişse de kadınların parti içerisinde ayrı mücadele etme zorunluluğu değişmemişti… Hatta hala hiçbir karma örgütte durum değişmemiş.
Ben bir süre sonra yurt dışına gittim, uzaklaştım. Döndüğümde memlekette derin sessizlik vardı… Herkes gibi ben de yolumu bulmaya çalıştım. Zorlukları yanımdaki kadınların desteğiyle aştım. Artık biliyorum ki, bana güç veren, feminist ışığın hiç sönmemesi dilek ve ısrarlarını paylaştığım bütün kadınları hep sevdim, seviyorum, seveceğim…
Bu yazı feminist politika dergisi 9.sayıda yayınlandı,