Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından 9-10 Kasım tarihlerinde düzenlenen “Başka Bir Aile Anlayışı Mümkün mü?” başlıklı konferansta Sevgi Adak tarafından Sosyalist Feminist Kolektif’in “Aile Dışında Hayat Var” kampanyasına dair sunumunu aşağıda paylaşıyoruz:
“Sosyalist Feminist Kolektif olarak 2013 yılının ilk aylarında yürüttüğümüz ‘Aile dışında hayat var’ kampanyası deneyimimizi paylaşmak ve bu deneyim üzerinden neler söyleyebiliriz, birlikte hangi soruları sorabiliriz, aile meselesini öncelikle feministlerin politik gündemi olarak nasıl devam ettirebiliriz noktaları üzerinden bir tartışma açmak istiyorum.
Neden böyle bir kampanya? Sanırım öncelikle bu soruyla başlamak lazım. Aile ideolojisi ve özellikle AKP’nin aileyi güçlendirmeye dayalı muhafazakâr politikalarına karşı bir kampanya örgütleme fikri 2012 yılında oluştu ve 2012 Ağustos ayında gerçekleştirdiğimiz SFK’nın 5. kampında bu konuda bir atölye çalışması yaptık. Kampanyanın ismi ve genel hatları ile içeriği de bu kamp sırasında tartışıldı ve ortaya çıktı.
Bize dayatılan aile nasıl bir aile, önce bunun bir resmini çıkarmak ve bu resmin, mutlu, huzurlu, sıcak bir yuva olarak sunulan aile kurgusundan ne kadar uzak bir resim olduğunun altını çizmek istedik. Burada temel amacımız, aile bize yani kadınlara ne yapıyor, sorusunu sormaktı. Aileyi öne çıkaran, kadınları görünmez kılan politikalarıyla üzerimize gelen siyasi anlayışla, ailenin kadınlar etrafında aşılması zor duvarlar ören, onların emeklerine el koyan, bedenlerini denetleyen ve kadınları eve hapseden bir yapı olduğunu ifşa ederek mücadele etmekti derdimiz. Kamp sırasında ve sonrasında yaptığımız atölyelerde, ailenin bize ne yaptığını çözümlemeye yönelik bu tartışmaları üç ana başlık üzerinden yürüttük: annelik (çocuk dayatması, ideal annelik vs.); heteroseksizm ve cinsellik; evlilik (ve tabii, boşanma). Hatta öncelikli çalışmamız bu üç temel meselede yaşadıklarımız üzerinden söz üretmek, bu sözleri kampanya için sloganlaştırmaktı. “Aile dışında hayat var” sloganı dışında (ki bu sloganı kampanyamızın ismi olarak belirlemiştik) kampanya sırasınca kullanacağımız “kimseye çocuk borcumuz yok,” “kutsal annelik masalına inanmıyoruz,” “baba nerede, kreş orada,” “sevişmek için aile şart değil,” “heteroseksizm bulaşıcıdır,” “kutsal aile değil cinsel istismar yuvası,” “evde kaldım hayat da bana kaldı,” “evliliğe mahkûm değiliz,” “mutsuzum, idare etmiyorum” gibi sloganlar bu çalışmalarda ortaya çıktı.
Kampanyanın ilk adımı SFK’nın çıkardığı Feminist Politika dergisi için bir aile özel dosyası hazırlamak oldu. Derginin 2013 Kış sayısı, bu dosyaya ayrıldı. Dosya başlığı, kampanya başlığımızdı: Aile dışında hayat var! Bir yandan da kampanyanın logosunu belirledik, afişlerini hazırladık ve afişleme yaptık ve bir de kampanyanın ana bildiri metnini yazdık.
Gerek dergideki özel dosyadaki yazılar gerekse kampanya bildirisi iki ana eksene oturuyordu: AKP’nin aileyi güçlendirme politikalarının, dünyada yükselen yeni muhafazakârlıkla da bağını kurarak eleştirisi ve yukarıda değindiğim, “aile biz kadınlara ne yapıyor” sorusu. Bir başka deyişle, dünyada da artan “aileye dönüş” söyleminin kadınlar açısından getirdiği tuzakları AKP politikaları özelinde ifşa ederken, bir yandan da bu yeni muhafazakârlığın ötesinde ve onun öncesinde, esas olarak patriyarkanın kalesi olarak aile içinde kadınlara ne olduğunu da anlatmak istedik. Eleştirimizin merkezine aldığımız aile, bugün bize dayatılan, heteroseksüel evliliğe dayalı aile biçimiydi. Aile ilişkilerinde kadın emeğine el konulması, bakım emeği yükünün ve ev işlerinin, dışarıda çalışsa bile, kadınların sorumluluğu olarak görülmesi, anne olmanın ve ideal bir anneliğin dayatılması ve heteroseksüel, erkek merkezli bir cinselliğin merkeze alınması gibi noktalara odaklandık. Bunun yanı sıra en önemsediğimiz noktalardan biri kadına karşı şiddet ile aile arasındaki ilişkiydi. Kadınlar çok büyük çoğunlukla aile içinde, kendilerinden beklenilen rolleri yerine getirmeyi reddettikleri, hayır dedikleri, boşanmak istedikleri için dövülüyor, öldürülüyor; bu şiddet korkusu altında aile kurumuna katlanmaya mecbur bırakılıyor. Bunun da ötesinde, şiddetin ailenin yapısal, ona içkin olan bir unsuru olduğunu iddia ettik ve şöyle dedik kampanya bildirimizde: “Evlilik ve aile, erkeklerin, kadınların cinselliklerine, emeklerine, düşünce-duygularına el koyma hakları üzerine inşa edilmiş. O yüzden de, bu el koymayı güvence altında tutan şiddet, kocaların bu haklarının dolaysız bir sonucu. Arızi, tesadüfî bir biçimde ilişmiyor aileye, onun yapısal bir parçası. Dolayısıyla da AKP’nin erkek şiddetini ortadan kaldırmak için aileyi güçlendirmeye çalışması, aslında abesle iştigal!”
Öte yandan, tartışmayı burada bırakmayıp, bir alternatif tahayyül edebilir miyiz, sorusunu da yöneltmek istedik, hem kendimize hem de tüm kadınlara. Yani evet, aile ideolojisini eleştiriyoruz, kadınları ailenin sınırlarına hapseden zihniyete karşı “aile değil kadınız” diyoruz, böyle haykırıyoruz meydanlarda. Ama bir adım öteye geçerek, aile kavramının kendisini de sorgulamalıyız, diye düşündük. Kadınları aile içinde konumlandıran bir yerden, aileyi veri alan bir noktadan değil, ailenin kaçınılmazlığını, mutlaklığını sorgulayan bir yerden politika yapmak… Çünkü bu sorgulamayı yapmıyor olmak, bir bariyer oluşturuyordu feminist sözümüzü üretirken. Dergimizin dosya kapak yazısından alıntılamak istiyorum, neden böyle olduğunu: “Aile-iş yaşamı uyumlulaştırma politikalarını tartışırken olsun, aile içinde kadınlara yönelik şiddet üzerine politika yaparken olsun, bir nokta geliyor ki orada tıkanıyoruz, ufkumuzun darlığı bizi sıkıştırıyor ve ütopyalarımızı, hayallerimizi ertelemenin getirdiği kuraklık yüzümüze çarpıyor. İşte o zaman ihtiyacımız olan şey belki de ‘gerçekçiliğin’ etrafımızda ördüğü duvarları bir nebze zorlamak, ‘çocuksu’ olmaktan bu kadar ürkmemek…” Aslında ailenin, kadınlar olarak yıllar içinde elde ettiğimiz kazanımlarla artık geride bırakılmış bir konu gibi görülmemesi gerektiğinin, ailenin değişen biçimlerde de olsa kadınların hayatını çok temel biçimlerde etkilemeye devam ettiğinin ve dolayısıyla bize dayatılan bu aile formu dışındaki birlikte yaşama biçimlerinin imkânlarını aramaya devam etmemizin önemine dikkat çekmek istedik. Başka bir hayat tahayyülü ile ilgili feministlerin politik bir söz üretmeye başlaması gerektiğini savunuyorduk; çünkü ailenin sürekli, evrensel, doğal bir yapı olduğu düşüncesi ile mücadele etmenin en iyi yolunun, cinsiyete dayalı iktidar ilişkilerini yeniden üretmeyen başka birlikte yaşama biçimlerinin mümkün olduğuna inanmak ve bu biçimleri aramak olduğunu düşünüyorduk.
Aile dışındaki hayat tahayyüllerinin neler olabileceğini de elbette önce kendi aramızda tartıştık. Bunu yaparken de çıkış noktamız şuydu: ailenin karşıladığı temel, gerçek, insani gereksinimler var, bunu yadsıyamayız. Hele ki sosyal devletin bu kadar zayıfladığı bir dönemde, sevgi, maddi-manevi dayanışma, duygusal paylaşım, çocuk bakımı, hasta bakımı gibi çok önemli ihtiyaçlarımız düşünüldüğünde, aile birçoğumuz için olmazsa olmaz görünüyor. Dolayısıyla, bu ihtiyaçların üzerinden atlamadan, ama bu insani gereksinimlerimiz pahasına, aile gibi dayatmacı, baskıcı, özgürlüklerimizi baskılayan bir yapıya da mahkûm olmadığımızın altını çizen, alternatif bir tahayyülün peşine düştük. Bizim savunduğumuz, feminist aile eleştirisinin, bu gereksinimleri birbirine sanki doğal bir birlik gibi bağlayan kurguyu kırması gerektiğiydi. Yani hem aşkı, hem cinselliği, hem dayanışmayı, hem üremeyi aynı yerde, evlilik merkezli, karı-koca birlikteliği üzerine burulu bir ağda yaşamaya karşı çıkmaktı. Bu gereksinimlerin her birinin alternatif bir biçimde karşılanabileceği düşüncesinden hareket ettik ki bu noktada kadınları aileye mahkûm olmaktan kurtaracak sosyal politikalar bizim için hayati önemdeydi.
Bunun yanı sıra, heteroseksüel evliliğe dayalı ailenin tek doğru, meşru, istenen birlikte yaşama biçimi olduğunu reddetmek de bizim için çok kritikti. Yani hemen her gün, popüler kültürden siyasi söylemlere kadar üzerimize boca edilen, “aile içinde yaşanacak tek örgüttür, bunun dışında kalanlar (örneğin evlenmek istemeyenler, örneğin çocuk sahibi olmak istemeyenler) anormaldir, gayrimeşrudur” düşüncesini reddetmek… Çünkü ailenin onun “içinde” olanlar için “faydası” aslında bu dışlanan insanlar karşısında sunduğu ayrıcalıklar ve meşruiyet. Bu noktada Iris Marion Young’ın yazıları bizim için ilham kaynağı oldu. Onun özellikle kadınların karşı karşıya aldığı bölüşüm ve kültürel temelli eşitsizliklerin ortadan kalkması için ailenin sorgulanması ve heteroseksüel normatifliğin eleştirisinin yanı sıra evliliğin de ortadan kalkması gerektiğine ilişkin görüşleri ufuk açıcıydı. Elbette evlilik ile aile aynı şey değil, fakat evlilik çok kritik bir işlev görüyor çünkü cinsellikten mülkiyete aileye hapsedilen bütün ilişkileri birbirine bağlayan temel mekanizma o. Evlilik aynı zamanda meşru ilişki ile gayrimeşru ilişkiyi ayıran bir işlev görüyor ve ayrıcalıkları tek bir tarafa veriyor. Dolayısıyla, eğer hiçbir ilişki ve yaşam biçiminin diğeri karşısında daha avantajlı bir durumda olmasını istemiyorsak, aileyi biyolojik çocukları ile yaşayan heteroseksüel evli çift olarak tanımlamamalıyız. Peki, nasıl tanımlamalıyız? Biz, Young’ı izleyerek, şöyle bir tanım öneriyoruz: birlikte yaşayan, birbirinin fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamak konusunda dayanışma içinde olan, kendilerini kalıcı ya da uzun süreli bir ilişki içinde sayan insan grubu. Bu bir bakıma aileyi çoğullaştırmayı önermek; yani tek bir aile yok, aileler var. Burada bir başka tartışma da şu: aile kavramını kullanmaya devam etmeli miyiz, kavramı çoğullaştırmak bize yeterli özgürlük alanını açar mı, yoksa bu kavramı kullanmayı bırakmalı mıyız? Doğrusu, kampanyanın başında biz ikincisinden yanaydık, alternatif hane birliktelikleri dedik buna. Yani sevdiğiniz adamla ya da kadınla, ya da arkadaşınızla, 3 erkek 1 kadın, evlat edindiğiniz çocuklarla, kolektif yaşanılan hane birliktelikleri… Kan bağı ve evlilik temelli aile tanımını reddeden bir tanım… Asıl önemli nokta ise, aynı evi paylaşma üzerinden tanımlanan birlikteliklerin her ihtiyacın karşılandığı bir kurum olarak görülmemesi. Özellikle cinsellik ile hane birlikteliğini ya da aileyi ayırmak çok önemli, zira aileyi bazı üyelerinin cinsel ilişkiye girdiği, cinsel hakların olduğu bir birliktelik olarak görmek çok patriyarkal bir düşünce ve kadınların, çocukların aile içinde karşılaştığı şiddet ile de çok doğrudan ilişkili sonuçlar doğuruyor. Yine Young’ı izleyerek, oluşabilecek mağduriyetleri önlemek açısından, alternatif hane birlikteliklerinin, bütün birlikte yaşama biçimlerinin, hukuki çatısının oluşturulması gerektiğini de savunuyoruz. Sanırım bu konferansın da önemli amaçlarından biri, somut politika önerileri. Bizim açımızdan en somut önerilerden biri de bu olsa gerek. Burada bazı Batı ülkelerinde uygulanan ev içi ortaklık/aile ortaklığı gibi yasal düzenlemeleri Türkiye’de de talep etmekten bahsediyorum. Fakat bunları da eşcinsel evlilikleri ile sınırlamamaktan yanayız. Zaten çok az ülkede bu düzenlemeler evliliğin sunduğu ayrıcalıkları eşcinsel çiftlere de sağlıyor ve “kutsal” bir seçenek olarak aile, heteroseksüel evli çift üzerinden tanımlanmaya devam ediyor. Oysa bize göre, bir feminist tahayyül olarak hane birliktelikleri var olan ailenin ötesine geçecekse, bunu ancak evliliğin önemini kaybetmesine yol açarak, evliliğin yerini alarak yapabilir.
Bütün bunları tartışırken, bir yandan da eylemler örgütlemeye çalıştık kampanya boyunca. İlkin 9 Şubat 2013’te İstanbul ve Adana’da eş zamanlı eylemler yaptık. Daha sonra bunları Adana’da ikinci bir eylem ile 8 Mart yürüyüşlerinde aile meselesini öne çıkaran slogan ve pankartlarımız izledi. Doğrusu, sendelediğimiz, kendi içimizde tartıştığımız noktalar da oldu. Bunları da içtenlikle paylaşmak isterim. Örneğin, AKP hükümetinin kadınlara yaptığı saldırılar o kadar yoğundu ki, bu saldırılara yanıt verme, aileye karşı çıkma telaşı sırasında, alternatif tahayyülümüz nedir sorusu üzerine yeterince düşemedik. Yani aile dışında hayat var, dedik ama kimi arkadaşlarımız bu hayatın ne olduğunu yeterince işaret edemiyor olmaktan yakındılar, haklı olarak. Bu nedenle, kampanya sırasında kendimizi yeterince güçlü hissedemediğimizden, sözümüzü her zamanki coşkuyla söyleyemediğimizden yakınanlar oldu. AKP politikalarını fazla hedefe aldığımız, erkeklere ve erkeklerin mevcut aile yapısı içinde elde ettikleri faydalara yeterince dikkat çekmediğimizi düşünenler oldu. “Aile dışında hayat var” sloganını çok radikal bulan arkadaşlarımız da oldu; hayat var diyoruz, ama birçok kadın için yok aslında, derdimizi anlatamıyoruz, bu slogan bizi marjinalleştiriyor diyenler de. Yine, aile ile ilgili kendimizle yüzleşerek tartışma sürecini yeterince yapmadığımızı da gördük. Biliyorsunuz, feminist politika önce kişisel olandan başlar, kişisel yüzleşme ve dönüşümü de hedefler. Biz ne kadar ailelerimizin dışında bir hayat tahayyül edebiliyoruz, bununla ilgili ne yapıyoruz sorusu da bizim peşimizi bırakmadı doğrusu.
Biz elbette böyle bir kampanyaya girişirken, bunun en radikal, en zor kampanyamız olduğunun farkındaydık. Örneğin, 2 yıl öncesinde SFK olarak “Erkeklerden alacaklıyız” diye bir kampanya yürütmüştük. Aile kampanyasında dile getirdiğimiz birçok sosyal politika talebi aslında orada örülmüştü. Fakat o kampanyada kadınlara daha kolay ulaşmış, SFK dışındaki feminist arkadaşlarımızla da daha kolay yan yana gelebilmiştik. Çünkü erkekler de çocuk baksın, yemek yapsın deyince, bu çok daha fazla kadın için “makul” bir talepti. Gelin görün ki, aile dışında hayat var, diye söyleyince, dayanışma deyince akla ilk gelenin aile olduğu bir toplumda, kadınlara ulaşmak daha zor oldu. Ki aslında ben kendi adıma, oldukça “makul” bir yerden başladığımızı, aileyi çoğullaştırmak gibi bir noktadan ilerlediğimizi, düşünüyorum. Örneğin, kamp sırasında belirlediğimiz asıl kampanya başlığı, “Aile yıkılmayacak kale değil. Aile dışında hayat var” idi. Biz ilk kısmını kullanmamaya karar verdik, aileyi yıkmak, ortadan kaldırmak gibi ifadelere yer vermedik. Aslında, bizim kampanya deneyimimiz, bu konferans gibi, başka bir aile anlayışı mümkün mü, gibi soruları yüksek sesle sormanın ve “evet mümkün” diyebilmenin ne denli zor bir iş olduğunu gösterdi.
Öte yandan, kampanyanın önemli işler yaptığını da düşünüyorum. Yüceltilen, özendirilen, dayatılan kutsal ailenin kadınlara neler yaptığının teşhiri, bu işlerden biriydi bence. Dile getirdiğimiz taleplerle de, yeni bir politik hat açtığımızı, en azından yeni bir feminist söz için kapı araladığımızı düşünüyorum. Hepimizin aile dışında bir hayat tahayyül edebilmesi için bu önemli bir başlangıçtır. Aile elbette bugünden yarına çözülecek değil; bu uzun bir süreç, bir mücadele ve aynı zamanda hepimiz için bir özgürleşme pratiği. Özgürleşmek kolay değil, ama mümkün dedik. Örneğin, kampanyayı ailenin reddedilmesi üzerinden değil ama evliliğin sorgulanması, bir evlenmeme kampanyası olarak okuyarak olumlayan ve savunan arkadaşlarımız da oldu. Bu kampanyanın bir alternatife ikna süreci değil de, bir soru sorma süreci olduğunu söyleyen de. Son bir haftadır hepimizi esir alan tartışmaları anımsarsak, aslında bu tür kampanyaların önemli bir politika yapma biçimine de işaret ettiğini düşünüyorum. Bir arkadaşım, biz ev içinde cinsiyetçi iş bölümünü sorgularken, başbakanın açıklamaları ile sanki bunu bir kenara bırakıp kadınlı erkekli yaşama hakkını savunma noktasına geriledik, dedi. Hayatımızı aile üzerinden denetlemeye yönelik söylem ve politikalarla mücadele etmenin yolu, savunmacı bir anlayışa kaymak, “herkes istediği gibi yaşasın” demekle kendimizi sınırlamak değil, diye düşünüyorum. Aileye mahkûm değiliz diyen, başka birlikte yaşama biçimlerinin mümkün olduğunu, hatta mevcut aileden çok daha adaletli, çok daha insani olduğunu savunan ve bunun imkânlarını aramakta ısrar eden bir politik hatta ilerlemeliyiz.”